GEL KAYIK AL BENİ, İZMİR'E ÇIKAR BENİ
Sefalet içinde yaşamaktansa, artık Tanrı’nın canlarını almasını istedikleri bir bıkkınlık ve teslim oluş içindeki insanların hikâyesi. Esrar, duman, sigara ve içki arasında çırpınan, umudu olmayan, heyecanı olmayan, gülmeye hasret, vatansız, sürüldükleri topraklara özlem içinde debelenenlerin.
Ne “oraya” ne “buraya” ait olanların, araftaki zavallıların. Küçük Asya’yı, İzmir’i ardında bırakıp kaçmak, açlık, sefalet ve çamur içindeki Pire sokaklarında sürünmek, göçebelik desen değil, sürgün desen değil, yaşarken ölüler diyarında, yaşarken lanetlenmişler diyarında tutunmaya çalışmak.
Tek tutundukları da, yanlarında getirdikleri enstrumanları ve içlerinde taşıdıkları müzikleri, dansları.
Atina metrosunda güneye doğru gidiyorum. 2006 yılının ılık bir eylül sabahı. Bugünkü planım Aegina adasına gitmek ve akşama dek adada özel bir mekânı aramak.
Tüm gezi boyunca peşinde olduğumuz Nikos Kazancakis, hayatının önemli bir bölümünü bu adadaki evinde geçirmiş. Kimbilir belki hala oradadır, bizi bekliyordur.
En son Pire’de kıl payıyla kaçırmıştık; Girit’e gittiğini düşünüyordum, işte, ümit dünyası. Belki bize şaka yapmıştır, Girit’e değil de Aegina adasına, evine kaçmıştır. Sanıyor ki onu bulamayız, hah, eninde sonunda yakalayacağım seni koca yazar!
Her tünele girişimizde, vagonun camında yansıyan yüzümü görüyorum; tüm erken kalkmışlığın huysuzluğu cama vurmuş. Bir önceki gün sıkı yürümüşüm, Akropol ve çevresi şahit. O yorgunluğu atamamışım, yansımadaki yüzümden belli; yaşlanıyor muyuz neyiz.
Atina Pire arasındaki istasyonları birer birer bitirirken, bir yandan da tren hattı boyunca dizilen evleri inceliyorum. Çiçek saksılarıyla, uzun, tüm bina cephesince uzanan balkonlar, büyük pencereleri panjurlu evler.
Evlerin birinden sanki o zamanların moda saç tipiyle Belgin Doruk çıkacakmış, afilli bir Amerikan arabasının kapısını açan Ayhan Işık’a gülümseyip, arabaya binecekmiş gibi.
Sokakları boş, 50’lere 60’lara takılı zamanlarda terkedilmiş, kocaman bir yazlık şehir akıp gidiyor pencereden. İneceğim istasyonu kaçırırım endişesi olmadan, hayal kurarak gidiyorum, çünkü nasılsa son durakta ineceğim.
“E hepimiz öleceksek, son durak ölüm olacaksa, bu hayatın ara istasyonlarındaki telaşımız niye” diye düşünmeye başlıyorum bu sefer. Erken kalkmak bana yaramadı, Pire yolunda takır tukur sallanarak giden bir demir kutuda düşündüğüm şeylere bak. Yaşlanıyorum.
Huzursuzluğumun sebebi aslında biraz da Pire’nin kendisi. Birkaç ay önce anlattığımız hani bir Kurtuluş hikâyesi vardı. Açlık içindeki Yunanistan’a yardım için seferler yapan Kurtuluş gemimizi ve o zamanın Pire’sini hatırlamıştık beraber.
Kurtuluş’tan bol bol bahsetmiştik de, Pire’nin o zamanki halinin üzerinde pek durmamıştık. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman işgali altındaki komşuda açlık kol geziyordu. Aslında biraz daha geriye, Alman işgali öncesindeki yıllara uzanırsak, bambaşka bir trajediyle karşılaşıyoruz.
Şöyle bir 20 sene evvelden, 1920’li yıllardan bahsediyorum. Yunanistan’la Türkiye arasındaki acı olaylar, milliyet gözetmeksizin her insanın içini sızlatacak boyutta.
İki ülkenin de gündeminde, bugün bile her duyduğumda iç acıtan bir kelime var. Bir uğursuz, bir sevimsiz, bir adı batası kelime. Mübadele!
Mübadele
Ege’nin hangi kıyısından karşıya baktığınıza bağlı olarak, bu mübadele kavramı şekil değiştiriyor. Olmalı mıydı olmamalı mıydı, biz mi kazançlı çıktık onlar mı, o zamanın şartları içinde mantıklı mıydı değil miydi, bir sürü karışık iş. Hani “halk mozağiydi, bir arada gül gibi geçinen ayrı dinler, ayrı milliyetlerdi, ne güzel olurdu” filan gibi rüyalara dalacak değilim.
O ütopik, hoşgörü içinde bir arada yaşama hayali, belki Osmanlı’nın kısa birkaç döneminde olmuştur, ama günümüz dünyasında elleri kaşınan şeytan düşünceli bildik devletler ve güçler oldukça, bu hayal sahiden de bir “hayal” olarak kalır, daha ötesi boştur.
Bu açıdan bakıldığında her iki ulusun selameti açısından, hiç hazzetmesem de, söylemesi acı gelse de mubadele belki de gerekliydi.
Neyse bu konular bizi aşar, biz gene Pire’ye, yolculuğumuza ve 1920’lerin günlük hayatına dönelim. Neyse ki son durağa geldik. Aklım karıştı.
Sık sık başıma gelen, kendimi kurtaramadığım, gerçekle rüyanın, geçmişle bugünün birbirine karıştığı bir zamana indim gene.
İstasyondan çıkmalı, karşıdaki acentelerden birinden Aegina adasına giden gemi için biletimi almalıyım; aklımdan eski günleri silmeli, bugüne devam etmeliyim. Pire’desin Çetin, unutma, sene 2006, Pire’desin, 2006’dayız, unutma, unutma, unutma….
Eski püskü gar binasından Pire’nin çamurlu ve pis sokaklarına adım attım. Limana doğru yürürken köhne bir binanın duvarına dayanmış iki külhanbeyi ters ters bana bakıyorlar gibi geldi, gözlerimi kaçırdım.
Limandaki İzmir’den gelen buharlı, kapkara gemilerden, yeni göçmenler iniyor, şaşkın gözlerle, çoluk çocuk etrafa bakınıyorlardı. Tahta bavulları ve sırtlarında taşıdıkları yatak döşekten başka, bir kaçı, ellerinde müzik aletleri olduğu belli kutular da taşıyordu.
İzmir’den gelen göçmenler, Pire’nin o kanunsuz, pis, çamurlu, gri cehennemine ilk adımlarını atıyorlardı. Bir tanesi yanıma yaklaşıp, Lemonadika neresi diye sordu. “Ben de oraya gidiyorum” deyip ağır çantalarından birine davrandım.
Aslında Lemonadika’ya falan gideceğim yoktu, sadece benden seksen küsur yıl önce yaşamış bu Ege’li hemşehrime yardım etmek istedim. “İzmir’den misin, yoksa Ödemiş, Manisa filan mı” diye sorduğumda, “Smirna” dedi.
Sonra o bana, “sen ne zaman geldin?” diye sordu, cevabımı beklemeden “yanıyordu Smirna, biliyor musun?” diye yaşlı gözlerini çamurlu ayaklarına çevirdi.
Birkaç kabadayının karanlık bakışlarının arasından geçip, üzerimize bela almadan, Lemonadika’ya, yani Pire’nin pazaryeri, sebze hali, ticareti, eğlencesi, merkezi herşeyi olan bu hareketli bölgeye vardığımızda, adını sormayı unuttuğum arkadaşım, dükkânların tabelalarına bakmaya başladı.
“Nereyi arıyorsun?” dedim, “Thomas’ın meyhanesini” diye cevap verdi, “Bizim orkestra şefi, İzmir’den benden önce gelmişti, o meyhanede çalışıyormuş, kalacak yer ve bir iş bulur bana, çok yetenekli biridir, çabuk tutunmuştur”
Duraksadım, “yoksa Panayis mi?” dedim, “hani karısı da şarkı söylerdi, Adriana?” “Ta kendisi”, dedi heyecanla, yüzüne bakamadım, adamın hayalkırıklığını görmek istemezcesine, başka taraflara bakarak fısıldadım, “Hapiste o be” dedim, “Adriana’yı öldürdü, küçük kızları Marika’cık ortalarda kaldı.” Sessizleşti, adamı bir tekkeye soktum, alel acele nargile söyleyip, marpucu eline tutuşturdum.
“Üzülme be adam..” dedim, “..yaşadığına şükret. Millet Pire’de ya hastalıktan, ya açlıktan ya da bir bıçağın ucunda sokak ortasında ölüp gidiyor bu günlerde. Dua et sağlıklısın hiç değilse!” diye teselli etmeye çalıştım.
Beni dinlemiyordu, kafası başka yerlerdeydi, ne beni görüyordu ne içeride esrar çekenleri, ne de karşımızda kıkırdayan sokak kadınlarını.
Vatanından, Anadolu’dan kopup gelmiş, tek bildiği iş olan müziğini de yanında getirmiş. Bundan başka da ne yarına dair bir umut vardı içinde, ne de karnını doyuracak para.
“Gitmem lazım” diyerek ayağa kalktım. Telaşlandı, “Aegina adasına gideceğim, gemiye bilet bile almadım daha, kal sağlıcakla” dedim. “Geminin kalkmasına da 85 yıl var, nasıl olacaksa artık diye” kendi kendime mırıldandım, o anlamaz gözlerle bana bakarken, gülümseyip “boşver” dedim. “Kendine iyi bak, müziğine sıkıca sarıl, o kurtaracak seni unutma.”
Tekkeden dışarı çıktım. 1920’lerin Pire’si, kanunsuzların, külhanbeylerinin, kumarbazların, esrarkeşlerin, fahişelerin cirit attığı, devletin bile kolay kolay karışamadığı, giremediği, sokaklarında cesetler toplanan, insanların barakalarda yaşamaya çalıştığı, açlığın kol gezdiği bir cehennem.
Pire zaten bu haldeyken bir de İzmir’den kopup gelen onbinlerce göçmen durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirmiş. Neyse ki Pire’li bu vahşi ve Atina tarafından dışlanmış toplum, yeni gelen göçmenleri bağrına basmış, çok ezmemiş, içine kabul etmiş.
İzmir’den buraya göçenlerin durumu iyice acı olmalı. Anadolu’da seçkin, zengin, ayrıcalıklı ve modern bir yaşam süren bu insanlar, göçtükleri yeni vatanlarında ikinci sınıf muamelesi görüyorlar.
Mübadele öncesi savaş zamanında kaçanlar olsun, mübadeleden sonra resmi olarak sürülenler olsun, herbirine yeni geldikleri yerde “Türk tohumu” deniyor.
Ege’nin koynundan sökülüp müslüman diye Karadeniz’e yerleşmek zorunda bırakılanlara da biz burda “Bitli muhacir” demişiz.
Yerinden sökülüp başka yere dikilen bir bitki için kolay mı yeni kökler salmak, eski kökleri çatır çatır kopartarak zorla geride bıraktırmak. Mübadele milliyete göre değil de dine göre yapılınca, sanırım esas sakatlık burada oluşmuş.
Düşünsenize Türkçe bilmeyen, Rumca bilen oralarda doğup büyümüş müslümanlar, sırf müslüman diye Türkiye’ye gönderilmiş; benzer sebeple buradaki hristiyanlar da yeri yurdu çifti çubuğu bıraktırılıp karşıya gönderilmiş.
Rembetiko
Geçmişleri artık olmayan, gelecekleri de görünmeyen insanların hikâyeleri dolu Pire’de. Sefalet içinde yaşamaktansa, artık Tanrı’nın canlarını almasını istedikleri bir bıkkınlık ve teslim oluş içindeki insanların hikâyesi.
Esrar, duman, sigara ve içki arasında çırpınan, umudu olmayan, heyecanı olmayan, gülmeye hasret, vatansız, sürüldükleri topraklara özlem içinde debelenenlerin. Ne “oraya” ne “buraya” ait olanların, araftaki zavallıların.
Küçük Asya’yı, İzmir’i ardında bırakıp kaçmak, açlık, sefalet ve çamur içindeki Pire sokaklarında sürünmek, göçebelik desen değil, sürgün desen değil, yaşarken ölüler diyarında, yaşarken lanetlenmişler diyarında tutunmaya çalışmak.
Tek tutundukları da, yanlarında getirdikleri enstrumanları ve içlerinde taşıdıkları müzikleri, dansları.
İzmir’deyken, mutlu zamanlarında bir dizeleri varmış, “Gel kayık al beni, Pire’ye çıkar beni” diye. Kaderin cilvesine bakın ki, Pire’de, bu tanrının bile onları unuttuğu hayata mecbur oldukça, o sözler değişmiş, “Gel kayık al beni, İzmir’e çıkar beni” diye söylenir olmuş.
Bahsedilen müzik elbette ki meşhur rembetiko. Kökleri Batı Anadolu’ya dayanan, buradan oraya gidenlerin müziği. İlginç bir iddia var, bilmem artık doğru ya da yanlış: Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün, Bizans müziğidir diye bu tür şarkıları yasaklamasına dair.
Bunu belki araştırmak lazım ama işin kesin olan kısmı, bu müziğin zamanında asıl Yunanistan’da yasaklanmış olması. Rembetikoya neden bu kadar taktığımı düşünebilirsiniz.
Bu şarkıların kaynağı İzmir, devamı Pire olunca, ve de insan 2006’nın şu eylül ayında İzmir’den gelip, Pire’ye gidince, ister istemez takılıyor.
Hani denebilir ki, “eeeh be adam, onların müziği, onların kültürü, tamam saygı duyulur da, bu kadar üstüne düşecek ne var, bize ne?” Ben öyle düşünemiyorum yahu. Bir kere İzmir’den Pire’ye, o zamanın İzmirlileri gitmeden önce, rembetiko diye bir tür yok.
Pire’de söylenen türküler, Anadolu’dan gelen müzik gibi bir makama, usule sahip değil. Besbelli ki rembetikoyu doğuran öz be öz Anadolu ruhu. Ne alakası var demeyin, taş plağa okunmuş eski Türk müziği şarkılarını bir dinleyin.
Enstrumanlardan, şarkı söyleme biçimlerine kadar neredeyse birebir aynı. Hatta bir çok şarkı, türkü, aynı melodi üzerine hem Rumca hem Türkçe sözlerle söylenebilecek kadar birbiriyle kardeş.
Şarkıya girerken yapılan taksim (taximi) den tutun, kasap havasına (hasapiko), çiftetelliye (tsiftetelli), zeybeğe (zembekiko) kadar bir çok müzik ve dans terimi iki dilde de ortak.
En basit mantıkla, bu terimlerin karşı kıyıda doğup bize geçmesi ihtimali olmadığına göre, (aksi taktirde oradan bize göçenler yalnız Ege’ye değil, doğuya ve kuzeye de yerleştirildiğinden bu tür müzik o bölgelerimizde de olurdu), rembetikonun kökleri Anadolu’dandır.
İyi olan her ne varsa Yunanlılar kendine maleder. Onlara göre kültür Yunanda başlar, herşeyin kökü Yunandadır.
Girit’i de sahiplenirler, Homeros’u da, rembetikoyu da, alfabeyi de. Arkeolojinin ve tarih biliminin daha gelişmediği yıllarda bile Halikarnas Balıkçısı olsun, Azra Erhat olsun, bunun böyle olmadığını, işin içinde kocaman bir Anadolu kültürünün olduğunu çok sağlam kanıtlarla ortaya koymuşlardır.
Türk kültürü diye bir takıntı değil bu. Hepimizde bir “Anadoluluk, Anadolu vatandaşlığı” bilinci de olmalı. Yoksa bazı şeyler açıklanamaz, her iki tarafın tezleri de havada kalır, çıkış yolu bulunmaz. 1071’de Anadoluya dalıp da, önceki herkesi sürüp, Anadoluyu boşaltıp, safkan bir Türk kanı yaymadık ya bu topraklara.
Elbetteki asırlar içinde gelenler buradakilerle karıştı, yeni şeyler öğrendiler, yeni şeyler öğrettiler. Aynı şey karşı taraf için de geçerli. Sanki safkan bir Helen kültürü varmış gibi, onu da biz yaptık bunu da biz yaptık demek ne kadar doğru, tartışılır.
Neyse, hassas olduğum konuya gene derinine dalıyordum ki, kenarından döndüm. Son bir not daha ekleyip kapatalım: Mısırlı rahipler konusu. Herodot tarihinde bizzat yazarın kendisi, Yunanlıların bildiği şeylerin pek çoğunu Mısırlıların “zaten” bildiğini, hatta tanrı isimlerinden tutun bir çok geleneğe kadar hemen herşeyin doğudan batıya gittiğini söyler.
Nil’in taşma takvimlerini binlerce yıldır tutan Mısır medeniyeti için Yunan tarihi “bebek tarihtir”. Günümüzdeki herşeyi Yunandan gelir diye sahiplenmek, hattâ (güncel diye örnek vereyim) 300 Spartalı gibi filmlerle doğuyu aşağılamak azıcık, Yunanlı dostların affına sığınarak, “acaip” kaçıyor.
Her medeniyetin ortak dünya uygarlığına elbette az çok katkısı var. Yunan kültürünün de katkısı yadsınamaz, Anadolu’nun da, Türk’ün de, Pers’in de Arap’ın da. Tamam tamam kapadık konuyu, kızmayın.
Limanda bekleyen Hellenic Seaways’a ait feribota sonunda biniyorum. Bu şirket bir alem, neredeyse her adaya seferi var. Pire’nin hemen açıklarındaki yakın adalara bile koca gemi yolluyorlar. Akşama dönüş bileti almadım, dönüş vaktim belli değil, bakalım Aegina adasında bizleri neler bekliyor.
Koca limandan ayrılırken, arkada kalan Pire’ye bakıyorum. Kulağımda, insanı bambaşka dünyalara götüren rembetiko müziğinin bildik ezgileri yankılanıyor. Rembetiko’yu seviyorsanız, 80’li yıllarda Costas Ferris’in çektiği filmi mutlaka bir yerlerden bulup seyredin.
Film her ne kadar birebir gerçek tarihi yansıtmasa da, sizi o dünyanın içine çekecek, o tadı verecek derecede başarılı bir masaldır. İzmir’i, Pire’yi Atina’yı notalarla ve danslarla dolaşırsınız.
Ferris, filmini tanımlamak için bir italyan atasözünü kullanır: “Gerçek olmasa bile iyi uydurulmuş”
Yaşamınız ve hayal gücünüz, “gerçek olmasa bile iyi uydurulmuş” masallarla renklensin.
Çetin Kent
GEL KAYIK AL BENİ İZMİR'E ÇIKAR BENİ ÇETİN KENT
- eyuphuseyin
- Site Admin
- Mesajlar:6989
- Kayıt:05 Haz 2019, 22:41
- Konum:İstanbul
- Teşekkür etti: 1098 kez
- Teşekkür edildi: 27 kez
- İletişim:
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.
Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.
Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için
Kimler çevrimiçi
Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir