Ege adalarının Osmanlı’dan koparılışının 100 yılı ve Girit

Girit konulu Makaleler
Cevapla
Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Ege adalarının Osmanlı’dan koparılışının 100 yılı ve Girit

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 05 Kas 2019, 08:55

Ege adalarının Osmanlı’dan koparılışının 100 yılı ve Girit
24.6.2017 10:52

Kaan Arslan yazdı
2017062410551472_4h961u765s3hesgr3qd912lir51.jpg
2017062410551472_4h961u765s3hesgr3qd912lir51.jpg (89.51 KiB) 1464 kere görüntülendi

Ege adalarının Osmanlı’dan koparılışının 100 yılı ve Girit

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 29 Eylül 2016 tarihindeki muhtarlar toplantısı sonrası yaptığı açıklamada, “Bugüne kadar Lozan'ı bize zafer diye yutturmaya çalıştılar. Bunun neresi zafer? 1923'te Lozan'a razı ettiler. Birileri bize Lozan'ı zafer diye yutturmaya çalıştılar. Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'la verdik. Kıt'a sahanlığı ne olacak, havada ne olacak, karada ne olacak hala bunun mücadelesini veriyoruz. İşte bunun nedeni, o anlaşmada masaya oturanlar. O masaya oturanlar bunun hakkını veremediler, veremedikleri için onun sıkıntısını şimdi biz yaşıyoruz.”[1] demişti. Bu meselenin üzerinden çok zaman geçti ancak “Lozan’ın hezimet olduğu ve İsmet İnönü’nün Ege adalarını Lozan’da Yunanlara teslim ettiği” uzun bir süredir söylenmekte.

Lozan’ın hezimet olmadığını, yüzyıllarca emperyalistlere boyun eğmiş bir devletin ardından bu antlaşmanın büyük bir zaferin belgesi olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunu başarısızlık olarak görmek ve hatta Sevr’i Lozan’ın önüne geçirmeye çalışmak da ayrı bir gaflettir! Biz yazımızda bunlara pek değinmeyeceğiz. Bizim konumuz, Ege adalarının gerçekten Lozan’da mı verildiği...

Ege adaları ile ilgili durumu incelediğimizde karşımıza 100 yıldan fazla bir süreç çıkıyor. Çünkü Ege adalarına yalnızca, Lozan görüşmelerinde Yunanlar istedi, biz de verdik şeklinde bakarsak konuya çok dar bir bakış açısıyla yaklaşmış oluruz; hatta konuya hiç yaklaşmamış oluruz.

Bu adalar, Osmanlı vatandaşı olan Rumların uzun yıllar hayatlarını sürdürdüğü topraklardı. Burada Rumların yaşaması, o adaların durumunun özel incelenmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Çünkü Rumlar, Osmanlı topraklarında Fransız Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan milliyetçiliğin harekete geçirdiği ilk azınlık halktı. Dolayısıyla Rumların yaşadığı her yerde ayrılıkçı isyanlar birbiri ardına patlak vermişti. Bu da o dönem için Osmanlı’da tehlike çanlarının çalması demekti.

Aslında Osmanlı topraklarında Rumlar’dan önce milliyetçilik akımından etkilenen Arnavutlar’dı. Arnavut isyanlarının büyüyerek yayılması Rumları etkiledi. Ancak ileride ortaya çıkacak olan Rum isyanları kadar geniş çapta etki gösteremedi. Rumların ayrılıkçı faaliyetlerinin ülke geneline yayılıp bağımsızlığa doğru gitmesinin altında daha başka bir sebep yatıyordu. Rumlar, Osmanlı Devleti’nin Fatih Sultan Mehmet’ten beri Ortodoks Kilisesi’ne sağlanan ayrıcalıklarla dini ve kültürel yapısını korumuştu. Sosyal ve ekonomik açıdan Osmanlı’daki diğer azınlıklara göre daha serbest bir hayata sahiptiler.[2] Bu sebepten ötürü Fransız Devrimi sonrası yayılan milliyetçilik akımından ilk etkilenen onlar oldu.

19. yüzyılın başında gelişen Rum milliyetçiliği, Osmanlı topraklarında hakimiyet kurma çabasında olan Rusya, İngiltere, Fransa gibi o dönem dünyanın en güçlü (emperyalist) devletlerini de harekete geçirir. Rumların Osmanlı’dan bir an önce ayrılıp bağımsız bir devlet kurmaları için kollarını sıvarlar.

Ruslar için bağımsız bir Yunanistan, sıcak denizlere inme hayali için bir paravan olabilir. Ancak bu durum, yine Osmanlı ve Akdeniz’de hakimiyet kurma planları içerisinde olan İngiltere için hiç de iyi olmayacaktır. Çünkü İngiltere de hammadde arayışını Osmanlı topraklarına yönelttiği için, bağımsız Yunanistan demek Osmanlı topraklarına daha kolay ulaşmak demekti. Bu yüzden İngiltere, kurulacak olası bir bağımsız Yunanistan’ın kendi himayesinde olmasını istiyordu.

Emperyalist devletlerin desteğiyle Mora yarımadası genelinde patlayan isyanlar kısa zamanda ülke çağında büyük yankı uyandırdı. Rumların içerisine girdiği geri dönülmez yolun sonu bağımsızlık olarak görülüyordu.

Osmanlı Sultanı II. Mahmut, Mora isyanlarının bastırılması konusunda yeniçerileri buraya gönderir. Ancak Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemlerde önemli bir yere sahip olan yeniçeriler artık çağın gerisinde kalmış vaziyette olduğundan isyanları bastıramayıp gerisin geri döner. Sultan Mahmut da bu olay sonrası yeniçerilerin defterini dürer. Büyük katliamların sonucunda yüzyıllardır Osmanlı Ordusu’nun bel kemiği olan Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılır ve orduda büyük ıslahatlara gidilir.[3]

Sultan II. Mahmut, devam eden isyanların bastırılması için Mısır’da yarı bağımsızlığını ilan ederek kendi yağında kavrulan Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım ister. Mısır o dönem Osmanlı’nın toprağı olmasına rağmen Mehmet Ali Paşa’nın başına buyruk hareketleri, emperyalist devletlerin Paşa ile yaptığı iş birliği ve bununla beraber Mısır’ın giderek güçlenmesi sonucu adeta yarı bağımsız bir hal almıştı. Mehmet Ali Paşa, Sultan II. Mahmut’un yardım isteğini kabul ederek oğlu İbrahim Paşa’yı Mısır donanması ile Mora’ya isyanları bastırmak üzere gönderir.

Yunanistan’ın bağımsızlığında emperyalizmin parmağı


İbrahim Paşa isyanı başarılı bir şekilde bastırır. Ancak buranın boşaltılması konusunda emperyalistler (Fransa, Avusturya, Prusya) müdahil olurlar. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile anlaşarak Mısır askerlerinin çekilmesinden sonra burada kendi planlarını uygulamak isterler.[4] Ancak Bu durum, sıcak denizlere inip Akdeniz’e hakim olmak isteyen Rusya’nın müdahalesiyle Rusya lehine döndü. Osmanlı ordusunda yapılan ıslahatlar sonucu ordunun henüz kendisini toparlayamamış olması ve II. Mahmut’un göze batan ayanları tasfiye politikası sonucu siyasi alanda boşluk oluşması nedeniyle Ruslar, bu durumu fırsat bilip 1828 yılında Osmanlı’ya karşı savaş ilan eder.[5]

Savaş sadece Rusların galibiyeti ile sonuçlanmaz. Osmanlı topraklarında birçok kopuşlar da yaşanır. Sırbistan, Eflak ve Boğdan, Rusya himayesinde özerk hale geldi. Ayrıca bağımsız Yunanistan devletinin de önü açılmış oldu. Savaşın ardından 14 Eylül 1829 yılında yapılan Edirne Antlaşması ile Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığı ilan edildi.[6] Ancak Yunanistan gibi bir devletin sahip olduğu coğrafyanın tanıdığı stratejik avantajlar dolayısıyla Rusya hakimiyetinde olması İngiltere’yi rahatsız etti. İngiltere’nin araya girmesiyle Londra’da yapılan diplomatik görüşmelerde İngiltere, Fransa ve Rusya bir araya geldi. 3 Şubat 1830 yılında ülkeler kendi aralarında bir protokol imzalayarak “bağımsız” Yunanistan’ın sınırlarını çizdi.
İngiltere’nin bu müdahaleci tavrı sadece bununla sınırlı kalmayacaktır. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası da İngiltere ve Almanya, Osmanlı ile Rusya arasında yapılan Ayastefanos Antlaşmasının maddelerini beğenmeyerek Berlin’de yeni bir kongre toplayarak Osmanlı topraklarının kendi leyhlerine göre paylaşımını yaparlar.

Ayrılıkçı isyanlar Girit’e sıçrıyor!


Girit’te Osmanlı yönetimine karşı çıkan ilk büyük isyanın 1770 yılında ortaya çıktığı görülüyor. Giritli tüccar gemici Daskologiannis, Akdeniz ve Karadeniz’de yaptığı ticaret nedeniyle Ruslarla iyi ilişkiler geliştirir. Rus Amiral Eleksey Grigoviç Orlov’un Osmanlı’ya karşı kırşkırtması sonucu Daskologiannis, dağlardaki silahlı adamlardan 2.000 kişilik bir grup toplayarak Girit ovalarında isyan başlatır. Ancak Rusların vaad ettiği yardım gelmeyince isyan Osmanlı Ordusu tarafından sert biçimde bastırılır.

Kimi tarihçiye göre bu isyan bir dönüm noktasıdır. İleride daha da yükselecek olan ayrılıkçı hareketin simgesi haline gelmiş, Daskologiannis de Osmanlı’ya karşı baş kaldırışın kahramanı olmuştur.[7]

Yunanistan’ın bağımsızlığı ile sonuçlanan Mora isyanları, ortaya çıktığı andan itibaren Girit’i de etkilemişti. Ancak ilk başlarda Girit’teki ayrılıkçı isyanlarda izlenen yol Enosis (Yunanistan ile birleşme) değil, kendi bağımsızlıklarını kazanma üzerine idi. Bu yüzden “Girit Giritlilerindir!” sloganı ile hareket etmişlerdi. Buna rağmen Giritli Rumlar Mora’daki isyancılarla irtibatı kesmemekle birlikte hemen hemen beraber hareket etmişlerdi.

1814 yılında Avrupa’da görevli Rum diplomatlar Rusya’da toplanarak Osmanlı’dan bağımsızlıklarını kazanmak için “Filiki Eterya” cemiyetini kurdu.[8] Bu cemiyet, Rusların tahrikleri ve Fransız Devrimi’nin ardından yayılan milliyetçilik akımı ile faaliyetlerini 1821 yılında Girit’e taşıdı. İlerleyen yıllarda adada ortaya çıkacak büyük isyanlarda bu cemiyetin çok büyük payı olacaktı.

İsyanın ilk aylarında 10.000-15.000 arası müslümanın öldürülmesi gelecekte bu sürecin de çok sancılı olacağının bir göstergesi idi.[9]

Girit’te sadece Filiki Eterya Cemiyeti faaliyet göstermiyordu. İrili ufaklı bir takım cemiyetler ortaya çıkmaya başlamış ve ayrılıkçı hareketin içerisine katılmışlardı. İlerleyen yıllarda bu cemiyetler bir çatı altında toplanarak “İhtilal Komitesi” kurdu; böylece ayrılıkçı isyanlar tek elden yönetilmeye başlandı. Özellikle 1866 ve 1884 yıllarındaki büyük isyanların arkasında bu komite net bir şekilde rol oynuyor.

1866 isyanı ve ardında verilen geniş imtiyazlar


1856 Islahat Fermanı sonrası Girit’te de bir takım ıslahatlar yapılır. Adada huzur ve asayiş nispeten sağlanır. Aynı dönemde Yunanistan’ın kendi içinde yaşadığı sıkıntılar ve Avrupalıların sürekli müdahalesi sonucu hükümetlerin değişmesi İngiltere’yi harekete geçirir. Önce Yunanistan’da iç güvenlik sağlanır, ardından İngiltere Yunanistan’ın kendisine bağlılığının artması için 7 Ege adasını Yunanlara bırakır. Bunun üzerine Rumlarda Enosis (birleşme) fikri canlanır. Bu durum Girit’i de yoğun bir biçimde etkiler. 1866 yılında bu amaç doğrultusunda büyük isyanlar patlak verir.[10]

İsyanın daha geniş çevreye yayılmasında Yunanistan ve Rusya’nın büyük payı var. Girit’te isyanların körüklenmesi için Yunanistan’dan gelen öğretmen ve din görevlileri ile yoğun propaganda faaliyeti yürütüldü. Girit’teki Rus konsoloslar da Ortodoksları koruma politikasından dolayı ayaklanmalara destek vererek, ayaklanmaların daha da büyümesini sağladılar. Ayrıca isyan büyüdükçe Avrupalı devletler de yaptıkları propaganda ile kamuoyu yaratma peşindeydiler. İsyanın sadece Girit meselesi olmasından çıkıp Osmanlı’nın tüm gayrı müslimlerinin bir sorunu olduğu algısı oluşturuldu. Böylece sorun uluslararası bir mesele haline geldi. Bu andan itibaren de Avrupalı devletler konuya müdahale ederek meselenin içerisinde yer aldı.

İsyanların geldiği durum dolayısıyla başı fazla ağrıyan Osmanlı hükümeti meselenin bir an önce kapanması için kolları sıvar. Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa bir komisyonla birlikte adaya giderek, bir yandan isyanları durdurmaya bir yandan da isyancıların taleplerine cevap armaya başladı. Ali Paşa’nın hazırladığı Girit Vilayet Nizamnamesine göre adanın idaresine Hıristiyanlar dahil olacaklardı. Ayrıca mali anlamda da yapılandırılmaya giderek Giritliler birçok vergiden muaf tutuldu. Ardından 1 Ekim 1867 yılında genel af ilan edilerek isyanların sona ermesi sağlandı.[11]

1866 isyanı boyunca Osmanlı Ordusu’nda ciddi zafiyetler görülmüş ve özellikle donanma büyük hüsrana uğramıştı. Sultan Abdülaziz’in nicelik olarak dünyanın en büyük donanmalarından birini kurma çabası göstermiş oldu ki; nitelik bakımından o kadar da güçlü bir donanmaya sahip değiliz.

Girit isyanları ve II. Abdülhamit dönemi




Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa’nın verdiği geniş imtiyazların uygulanmasında yaşanan sıkıntılar Rumları tatmin etmedi. Mevcut durumun ilerleyişinde somut adımların atılamaması isyancı Rumları tekrardan harekete geçirir ve çok uzun bir zaman geçmeden ayaklanmalar yeniden başlar.

Ada yönetiminde Hıristiyanların da yer alacak olması, Rumları, isyanı daha meşru bir zeminde yürütmeye sevk etti. Kurulan Liberal Parti ile Rumlar örgütlenerek Yunanistan ile birleşme politikası güdüldü. Bu partinin ayrı bir önemi de, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanistan Başbakanı olan Venizelos’u yetiştirmesidir. Megali İdea (Büyük Yunanistan) fikrinin öncüsü kabul edilen Venizelos, Girit’te yürüttüğü çalışmaların ardından Yunanistan’a giderek burada siyaset yürütür ve ileride bu ülkenin lideri olur.[12]

İsyanların yeniden büyümesi, Rumların 1868 imtiyazlarına tatmin olmamaları ve yabancı devletlerin devreye tekrar girmeleri olayı yeniden uluslararası boyuta taşır.

93 Harbi olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının ardından Avrupalı devletler, Ruslara Osmanlı üzerinde büyük hakimiyet kazandıran Ayastefanos Antlaşmasını kabul etmeyerek yeni bir konferans toplarlar. Berlin’de toplanan konferansta Osmanlı lehine bir takım değişikliklere gidilir. Ancak Girit meselesi buraya taşınır ve isyanların sona erdirilip mevcut imtiyazların genişletilmesi için de ön protokol imzalanır. Ön protokol doğrultusunda da 25 Ekim 1878 tarihinde Girit’in Hanya şehri yakınlarındaki Halepa’da bir sözleşme imzalanarak Rumlara büyük ölçüde haklar tanınır. Bunlardan en önemlisi Girit Genel Valisinin artık Hıristiyan olması ve Girit Genel Meclisinin çoğunluğunu Rumların oluşturması.[13]

Sultan II. Abdülhamit, Halepa Sözleşmesinin uygulanmasında Girit valisi ve genel meclis arasında sıkıntılar çıktığını görünce sözleşmeyi iptal eder ve valiye geniş yetkiler tanır.[14] Valilerin bu süreçten sonra geniş yetkilerle adayı yönetmesi isyancıları yeniden harekete geçirir ve 1884 yılında Girit genelinde büyük bir isyan çıkar. İsyan, valinin süreci iyi yönetememesi sonucu daha da yayılır. Bu isyanla birlikte Girit’te geri dönülmez bir sürece girilmiştir. İsyancıların talebi nettir: Yunanistan’la birleşmek!

İsyan sırasında adada çok büyük katliamlar yapılır. Adada isyanların çıktığı ilk günden itibaren yapılan katliamlar ve isyanlar sebebiyle Müslümanların göç etmesiyle birlikte Rum nüfuzu bariz bir çoğunluk oluşturur.

Ayrılıkçı İpikroti örgütü, isyanı körüklemek ve meşru hale getirmek için papazlar aracılığıyla halkı isyana katılmaya davet ediyordu. Nitekim bu girişim sonuç bularak isyancı sayısı kısa sürede 5000’i geçmişti.[15]

Avrupa basını, isyancı Rumları kışkırtmak adına kara propaganda yapıyor, Müslümanların Hanya şehrinde büyük katliamlar yaptığını aşılıyordu. Bunun üzerine isyancıların başını çeken İpikroti örgütü de artık kendilerince meşru hale gelen ayaklanmalarda Müslüman katliamlarını durdurmuyordu.[16]

İpikroti örgütü ve Atina İhtilal Komitesi, 1896 yılında Yunan gazetelerinde yayınladıkları ortak bildiri ile Batı dünyasını Yunanistan ve Girit’te Osmanlı’ya karşı ayaklanan Rumlara yardıma çağırıyorlardı. Bildirinin bir bölümü şu şekilde:

“Uygar dünya merhametli bakışlarını Girit Hıristiyanlarına çevirmelidir. Hıristiyanlar öldürülerek, malları ellerinden alındıktan başka, şimdi de adadan atılmaktadırlar. Bu gadre uğrayan sefillere bir bakınız. Aziz kardeşler, onları görerek kalbinizden kanlar, gözlerinizden yaşlar akacaktır. Müslümanların taassup ve baskısına kurban olan ve kanlarını feda ederek aziz Yunanistan annemizin kucağına atılmak istenen kardeşlerimize yardım edelim.”[17]

Rum katliamından korkan Müslümanlar evlerinden dahi çıkamaz hale geliyorlar. Öyle ki Kurban Bayramında hiçbir Müslüman, ibadetlerini yerine getirememiş ve hatta 30 civarında Müslüman da Rumlar tarafından katledilmiştir.

Türk-Yunan Savaşı ve Girit’e özerklik verilmesi


Mart 1897’den itibaren Osmanlı’ya karşı ayaklanan tüm Rum çeteler sadece Girit’te değil, Yunanistan’da da ayaklanmayı büyütüyorlardı. Osmanlı-Yunan sınırında ayrılıkçı çetelerin tacizi sonrası Edhem Paşa görevlendirilerek, O’ndan bölgedeki durumla alakalı rapor hazırlaması istenir. Rapora göre faaliyetlerin içerisinde sadece çetelerin olmadığı, Yunan Ordusu’nun da işin içerisinde olduğu anlaşılınca Yunanistan’a savaş ilan edilir.[18]

Yunanistan’ın henüz yeni bir devlet olması itibariyle ordudaki yapıyı oturtamamış olmaları ve Rumların genel olarak çetelerle mücadele etmeleri, düzenli ordu ile girişilen savaşta Osmanlı’nın en büyük avantajıydı. Bu yüzden Yunanlar, Osmanlı’ya çok direnemedi ve savaş kesin Osmanlı zaferi ile sonuçlandı. Osmanlı, Yunan topraklarına girerek Tesalya’yı ele geçirdi. Savaş sonunda da Yunanistan’dan tazminat olarak 10 milyon lira ve Yunanlara sıfır imtiyaz verilmesini talep etti. Ancak bu durum Osmanlı’nın Yunanistan karşısında güç kazanması demekti. Yaklaşık 100 yıldır Rumların Osmanlı’dan koparılması için maddi ve manevi çaba gösteren Avrupalı devletler buna da el atarak antlaşma maddelerine müdahale ederler. 10 milyon liralık tazminatın Yunanistan’ın mali durumuna “ağır” geleceği için tazminat 4 milyon liraya düşürülür. (Aynı devletlerin, kaybeden Osmanlı olduğunda mali durum gözetilmeksizin ne kadar ağır tazminatlar aldıklarını biliyoruz.) Ayrıca imtiyazlara dokunulmadığı gibi Teselya’dan Osmanlı Ordusu’nun derhal tahliye edilmesi gerektiği kararlaştırılır. Üstüne bir de savaşın çıkışını tetikleyen ve 100 yıla yakındır devam eden Girit isyanlarının artık imtiyazlarla değil, kesin bir çözümle sonuçlanması, Girit’in özerk bir yapıya kavuşması kararlaştırılır.[19]



Abdülhamit döneminde toprak kaybedilmedi iddiası


Günümüz “Abdülhamitçileri”nin hep söylediği bir şey var: Abdülhamit döneminde toprak kaybedilmedi. Peki durum gerçekten böyle mi? Elbette değil! Sultan II. Abdülhamit döneminde Avrupalı devletler, “hasta adam” Osmanlı’nın Akdeniz’deki egemenlik sahasına saldırmış ve buna son vermiştir. Mısır, Kıbrıs ve Girit bu dönemde Avrupalılara peşkeş çekilerek kaybedilmiştir ve bu kayıplara karşı mücadele dahi edilmemiştir.

Abdülhamit, döneminde uygulattığı sansürü bu konuda da uygulatır. Halkın Girit adasının kaybedilmesine tepki göstermemesi için gazete, dergi ve kitaplarda Girit kelimesinin kullanılması yasaklanmıştır.[20] Ancak Abdülhamit’in tüm baskılarına rağmen halkın Girit ile ilgili acı ve üzüntüleri son bulmamıştır. O dönem İstanbul’da çıkarılan Rusça gazete olan Stambulskie Novosti’nin sahibi Ahmet Cevat Bey, 1909 yılına gelindiğinde dahi bu acıların dinmediğini yazar: “Tük toplumunu Girit meselesi kadar endişelendiren başka bir mesele yok. Aden’den Adriyatik’e kadar halkların kalbinde üzüntü ve kızgınlık duygusunu ateşliyor.”[21]

Ahmet Cevat Bey gazetedeki yazılarında Türkiye’de 2 akım olduğunu beliritiyor. Birincisi hükümetin diplomatik eğilimi, diğeri de halkın milli eğilimi. Girit’in Osmanlı’dan koparılması, halkın hükümete ve Abdülhamit’e karşı protestolarını daha da artırıyor. Ahmet Cevat Bey’in o dönem yazdığı yazılarda aktardığına göre sadece Girit meselesine tepki olarak ülke genelinde 200’ün üzerinde miting yapılıyor.[22]

Ege adalarının demirbaşı “Girit”


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ege adalarının kaybedilmesi üzerinden Lozan’ın hezimet olduğu çıkarımı yapması onun açısından elbette doğal. Abdülhamit’i rehber edinirseniz karşınıza karşı devrim çıkar. Ancak perdeyi biraz kaldırdığınızda Sultan Abdülaziz ve Abdülhamit dönemlerinde çekilen peşkeşleri görürsünüz.

Lozan’da masaya oturduğumuzda Ege adalarını savunacak avantajlara sahip değildik. Ne buraya gönderebileceğimiz bir donanmamız ne bu adalarda nüfus çoğunluğu ne de ada üzerinde hak iddia edebileceğimiz başka bir konu… Elimizde hiçbir şey yoktu ve Türk hükümeti de bu konunun üzerine çok fazla gitmeyerek bazı adalar dışında söz konusu 12 adayı Yunanistan’a bıraktı.

Ege adalarının kaybından önce Girit’e bakmamız gerekiyor. Girit, Ege adalarının adeta bekçisidir. Stratejik, ticari ve nüfus yoğunluğu ve bulunduğu coğrafya itibariyle özel bir adadır. Girit adasının kaybı, Ege adalarının kaybının önünü açmıştır. Abdülhamit ve “Abdülhamitçiler”in hataları ve peşkeşlerinin ceremesini ileride Türk milleti çekmiştir. Ama ne onların söylediği gibi Lozan bir hezimettir ne de Türk Devrimi’ni yapanlar emperyalistlere vatan toprağı vermişlerdir. Onlar bize anti emperyalist bir ulus devlet bırakmışlardır. Bugün hala emperyalist baskılara boyun eğmiyorsak, bu onlardan bize kalan devrimci miras sayesindedir.


Dipnotlar

[1] Erdoğan Lozan için iki ay önce ne demişti?, http://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/erd ... i-1418415/

[2] Ayşe Nühket Adıyeke, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara: 2000, s. 16.

[3] Kolektif, Türkiye Tarihi 3, Cem Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 107.

[4] A.g.e., s.110.

[5] A.g.e., s.110.

Reklamdan sonra devam ediyor


[6] A.g.e., s. 111-112.

[7] Pınar Şenışık, Girit Siyaset ve İsyan, Kitap Yayınevi, İstanbul: 2014, s. 96-97.

[8] Ayşe Nühket Adıyeke, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara: 2000, s. 15.

[9] Kolektif, Türkiye Tarihi 3, Cem Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 105.

[10] Ayşe Nühket Adıyeke, Osmanlı İmparatorluğu ve Girit Bunalımı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara: 2000, s. 21.

[11] A.g.e., s.25.

[12] A.g.e., s.26.

[13] A.g.e., s.28.

[14] İdil Kürşat, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Ocak 1999, s.69.

[15] Halit Fesih Kalkan, Belgelerle Girit Faciası, Milenyum Yayıncılık, İstanbul: Ağustos 2012, s.44.

[16] A.g.e., s.47.

[17] A.g.e., s.55.

[18] İdil Kürşat, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Ocak 1999, s.70.

[19] A.g.e., s.75.

[20] A.g.e., s.76.

[21] Mehmet Perinçek-Arda Odabaşı, Stanbulsike Novosti’de Jön Türkler, Kaynak Yayınları, İstanbul: Ocak 2014, s.233.

[22] A.g.e., s.238.

https://www.aydinlik.com.tr/teori/2017- ... i-ve-girit
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir