1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Girit Konulu Dergiler
Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:37

açısından kolay okunan bir hikâyedir. Romanı bize birinci tekil şahıs aktarmaktadır, dolayısıyla anlatım özneldir. Anlatıcı yazarın kendisi yani Kemal Yalçın’dır. Olaylar 1920’li yıllarda Anadolu’da geçmektedir, yer Denizli Honaz ve Yunanistan coğrafyasıdır.
Romanda bir karakter olarak yer alan yazar, kendini tanıtır. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirmiştir. Bir müddet öğretmen olarak çalıştıktan sonra derneklerde yöneticilik yapar. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra siyasi görüşlerinden dolayı yurtdışına çıkar. Almanya’ya gider, orada dil öğrenir, bin bir güçlükle hayatını tekrar kurar, öğretmenliğe geri döner. Yazarın Türk Yunan Nüfus Mübadelesine ilgi duymasının sebebi burada yatmaktadır. Kendisi de bir müddet vatanından ayrı kalmış, anadilinden başka bir dil öğrenmiş ve muhacirlik hayatı yaşamıştır. Ülkesine 12 yıl sonra geri döner. Romanın ana temasını oluşturan çeyiz, sayfa 15’ten itibaren anlatıya girer. Honaz’dan ayrılan Rum Minoğlu ailesi kızlarının çeyizlerini Türk komşularına emanet eder. Babası, dedesinden miras kalan Minoğlu’nun çeyizlerini yerine ulaştırması için yazara verir. Babası ayrıca yaşadıklarını yazmasını ister, romanın doğuş sebeplerinden biri de budur. Kitap iki bölümden oluşmuştur, ilk bölümde Rum mübadillerin hikâyeleri anlatılırken ikinci bölümde Türk mübadillerin hikâyeleri anlatılır.
4 Yaşar Kemal
a. Bir Ada Hikâyesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, 1998.
b. Bir Ada Hikâyesi 2-Karıncanın Su İçtiği, 2002.
c. Bir Ada Hikâyesi 3-Tanyeri Horozları, 2002.
d. Bir Ada Hikâyesi 4, Çıplak Deniz,Çıplak Ada, 2012
Romanlar mübadillerin Anadolu’ya gelmesinden sonra ki hayatlarını ele alır. Önemli karakterlerin hepsinin hayatı bir şekilde doğuda Sarıkamış Cephesinde kesişir. Yazarın oluşturduğu hayali ada, yeni kurulan Cumhuriyeti temsil eder ve bu yeni devlete herkes yaşadığı kültür ve tarihsel tecrübe ile katkıda bulunur. Yazar Mezopotamya kabilelerine övgüler düzer. “Bana öyle geliyor ki Mezopotamya’nın halkları binlerce yıl her gün yeni bir dünya kurmuşlar” (s. 265). Romanların mübadelen ziyade Mezopotamya kültürünü vurgulaması bir çelişki oluşturur. Ardından esere Mezopotamya ile ilgili mitler ve kadim destanlar girmeye başlar.
Dörtlemenin ilk kitabı ütopik bir adayı ve savaş sonrası oluşan sosyal dokuyu anlatır. Ada savaştan arta kalan ve gideceği yeri olmayan insanların toplandığı bir mekâna dönüşür. Nasıl ki ada kozmik bir evren olarak küçük bir sığınağı temsil ediyorsa, Anadolu toprakları da Balkanlardan, Adalardan, Kafkasya’dan, Ortadoğu’dan kaçan insanların sığınabileceği ve birlikte yaşamaktan başka şansı olmayan, geçmişi silmek ve unutmak zorunda olanların yeridir. “Birinci Dünya Savaşı sırasında hastane olarak kullanılan ada, metin boyunca, yaralanmış benliklerin sağaltıldığı, yitirilmiş imkânların içinde yeni çıkış yollarının arandığı bir mekan olarak sunulur” (Altuğ, 2007:83). Altuğ karakterlerin bir tür kurban olduğundan bahseder (s. 84). Savaş çılgınlığının ortasında kendi kaderlerini belirleyemeyen bu karakterler muktedirlerin kararlarına boyun eğerler. Geçmiş ile ilgili ağır bir travması olan kişiler için ada bir tür iyileşme merkezidir. Bu sarsıntıyı aşarken yardımlaşma ve insani duygular en önemli unsurdur.
Yaşar Kemal karakter oluştururken gerçeklik duygusu ile çok ilgilenmemiştir. Karakterler ya Poyraz Musa, Nişancı Veli gibi idealist romantik tiplerdir; ya da Hacı Remzi gibi kötü fırsatçı tiplerdir. Evrendeki iyi-kötü çatışması romanda yerini alır. Bu durumu Akçay (2007:105) şu şekilde açıklar: “Gerçekliğin epistemolojik temellerinin yeterince oluşturulamaması, Yaşar Kemal’de kahramanların epik bir dil kullanarak yüceltilmesi ya da yerilmesi, çizgisel ve çift kutuplu bir karşıtlık paradigması oluşturur” Akçay bu yüceltme ve yerme dilinin romanı bir alegoriye sürüklediğinden bahseder, bu görüş karakterlerin neden tek boyutlu olduğunu açıklar.

Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:39

Efeoğlu (2003) iki temel noktada Yaşar Kemal’i eleştirmektedir: ilki yazarın bilgisizliği noktasındadır. Yaşar Kemal eserinde, Türk Yunan Nüfus mübadelesi hakkında hiçbir tarihi gerçekten bahsetmemektedir. Olaylar gelişigüzel sıralanmıştır ve yazar bu konuda herhangi bir kaygı duymamıştır. Efeoğlu, Yaşar Kemal’i kasaba destancısı olarak nitelemektedir çünkü o okuyarak araştırarak tarihi vesikalara başvurarak eserlerini oluşturmamıştır. İkinci nokta ise Yaşar Kemal’in sahip olduğu ideolojik bakış açısıdır. Mübadele Sünni Türklerin başından geçen bir olay olmasına rağmen, hikâyelerde Türklerden başka her topluluk yer bulur. Bütün diğer topluluklara ait şahıslar soyadları ile verilirken romana girebilen az sayıdaki Türk ise sadece adları ile yer almış ve köksüz olarak resmedilmişlerdir.
Aşağıdaki satırlar milliyetçiliği hafife almaktadır.
“Altaylardan atılıp da Alp dağlarının göbeğine saplanan okları kimse dillerden düşürmüyordu. Yüce ırkımız Altaylardan inerek Cengiz Han gibi Anadolu’ya akarak, burada da birleşip bütün dünyayı fethedecektik. Biz güneşin çocukları olaraktan yeryüzünü şanımızla donattık, bundan sonra da şerefimizle donatacağız. Kılıçlarımızdan şorul şorul insan kanı akacaktır, insanlar bizden yılacaktır, önümüzde iki büklüm eğileceklerdir” (Çıplak Deniz, Çıplak Ada, s. 123).
Karakterlerde psikolojik derinlik olduğunu söylemek kolay değildir, her biri tek bir özelliği ile öne çıkar. “Doğa betimlemelerinde kanlı canlı manzaralar sunan Kemal, nedense tiplemelerde aynı kaygıyı gütmemektedir. Karakterin hep tek boyutunun vurgulanması, romanı minyatür bir dünyanın aynası kılıyor” (Akçay, 2007:100).
İlk İslami referansı sayfa 63’te buluruz: “mezarların üstünde gürül gürül kuran okuturuz (s. 63). “Tipik Türk aydınlanmacı düşüncesin alegorisini yansıtan Kemal Köy edebiyatının dini değerleri küçümseyen bakışına ortak olmaktadır. Nesnellikten ve gerçeklikten yeterince uzak olan metin, yazarın politik tavrını açığa çıkarmaktadır” (Akçay, 2007:102). Sonuç olarak romanlar mübadelede dışında şeyler anlatma uğraşındadır.
5 Ertuğrul Erol Ergir, Giritli Mustafa, 2000

Ergir, yazma eyleminin salt kendisi için var olmadığını, yazma eyleminin yazarın görüşlerini doğrudan aktaracak bir araç olduğunu okuyucuya hissettirir Eser mübadillerin Girit’ten Anadolu’ya göçünü aktarır. Yazar kitabın başında ve sonunda önemli miktarda sayfayı kendi politik görüşlerini aktarmak için kullanmıştır. Aile şeceresinin 1644 yılına ve Konya’ya dayandığını belirtir. Yazar dünya görüşünü ve siyasi görüşünü, hayatından kesitlerle verir. Yazarın yazma nedenini ise kendisi gibi Girit mübadili olan Mustafa’nın notlarını bir romana dönüştürmek isteği olduğunu belirtir. Bu notlar yazarın eline tesadüfen geçmiştir. Yaşananların sanki yazarın kendi ailesi ile ilgili bir hayat hikâyesi olduğu izlenimini ediniriz çünkü çok fazla ayrıntı vardır ve kurgunun ötesinde gerçekler barındırır, örneğin Girit’in Türk belediye başkanı Hüsnü Bey’in yazarın akrabası olması gibi.
Eseri birinci tekil şahıstan dinleriz, bu şahıs Mustafa’nın kendisidir. Romanın başkahramanıdır ve hikâye onun hikâyesidir. Yazarın giriş ve son bölümünde kendi görüşlerini aktarırken öznel bir üslup kullanması, romandaki bakış açısının da sabit ve öznel olması, romanı boğucu bir havaya sokar. Romanda iç monolog, bilinç akışı, ruh çözümlemeleri, zamanın bir enstrüman gibi kullanılması, üst kurgu gibi roman teknikleri kullanılmamıştır. Bütün olayları Mustafa’nın bakış açısı ile görürüz. Mustafa hali hazırdaki durumunu aktaran cümlelerden sonra bizi geçmişe götürür ve Resmo’daki hayatlarını anlatmaya başlar. Evlerini tasvir eder, evlerindeki hayatlarından kesintiler sunar, mahalleyi ve mahalledekileri tanıtır. Evde dikkat çekici bir karakter vardır: Hristi. Hristi aslında bir Rum’dur ve Hıristiyan’dır. Tek kelime Türkçe bilmediği halde ve çevre baskısına rağmen Mustafa’nın ailesine sığınmış ve Müslümanlığı kabul etmiştir.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:42

Yazar eseri üç bölüm olarak sunmuştur. Birinci bölüm Girit’teki hayatları ve mübadeleye kadar geçen süreci, ikinci bölüm Türkiye’ye uyum sürecini, üçüncü bölüm ise yıllar sonra tekrar Girit’i ziyaretini ve yaşadığı duyguları anlatır. Yazar Girit’te evlerini bulur, oldukça duygulanır. Bir müddet evin merdivenlerine oturur ve hareket edemez. Çocukluğunu, komşularını, mahallenin eski halini hatırlar. Yazar bu noktada anlatıma yeni bir unsur katar, Prevelakis’in Girit tarihi hakkında yazdığı kitaptan alıntılar yapar. Bu bölümler italik ile yazılmıştır ve doğrudan kitaptan alıntıdır. Prevelakis Türk mezarlarının yıkılıp arsaya çevriliş bölümünü aktarır. Türklerin denizcilikte ne kadar iyi olduklarını, atlara olan meraklarını anlatır, Türklerin adadan gitmesine üzüldüğünü ima eder.
6 Kemal Anadol, Büyük Ayrılık, 2003
Kemal Anadol’un Büyük Ayrılık adlı eseri incelediğimiz romanların arasında farklı bir yere sahiptir. Tarihsel bir roman olarak dokusu çok sıkıdır, kronolojik sıralamaya çok dikkat edilmiştir, bu açıdan herhangi bir tarih araştırmacısının kullanabileceği materyallere sahiptir. Tarihsel romanlarda tarihi öneme göre birincil şahıslar (ki bunlar gerçek tarihi kişilerdir) ve kurgulanmış ikincil şahıslar bulunur. Romanı ilerleten ve tarihsel olaylara dışarıdan bakmamıza yardımcı olan ikincil kişilerdir. Anadol’un eserinde ikincil kişiler kurgu değil gerçek karakterlerdir. Yazar romanın farklı yerlerine serpiştirdiği fotoğraflarla ve resmi belgelerle söz konusu karakterlerin gerçek kişiler olduğunu ispatlar. Yazarın başarılı olduğu diğer bir konu birincil kişileri tarihi konumlarına göre konuşturmasıdır. Örneğin Enver Paşa’nın konuşmaları, olaylara tepkisi gerçek tarihi kişiliği ile örtüşmektedir. Eserin zayıf kaldığı noktalar: yazarın tasvir gücünün ve tahlillerin zayıf olmasıdır. Atmosferi pekiştirecek, karakterlerin ruh durumlarını daha belirli kılacak tasvirler azdır. Okuyucu karakterlerin bir halden başka bir hale geçmesini izlemek ve bu geçişin ruh analizleri ile göz önüne serilmesinden edebi bir zevk alır. Bu romanda yazarın bunu başardığını söylemek kolay değildir. Sadece Foçalı bir Rum olan Mihail ile ilgili bir değişim ve ruh tahlili mevcuttur. Karakterlerin iç derinliği yoktur. İç monolog, serbest bilinç akışı gibi okuyucuyu karakterin ruh dünyası ile özdeşleştirecek teknikler kullanılmamıştır. Zamanda geriye dönüşler yok denecek kadar azdır, eser çok sıkı bir kronolojik sıralama ile sunulmuştur. Eseri bize üçüncü tekil şahıs aktarır. Eser 1876 ile 1922 tarihlerini kapsar, mekân Batı Anadolu, Aydın vilayeti ve özellikle de Foça’dır. Roman aslında bir Osmanlı son dönemi romanıdır, yazar Osmanlı’nın yıkılış sebeplerini, sosyolojik, politik ve ekonomik olarak analiz eder. Felaketlerin başlangıcı 93 harbi denilen 1878-1879 Osmanlı Rus savaşıdır. Ülkede asayiş sorunları devletin topraklarına yığılan muhacirle artar.
Rumların Midilli’ye gitmesi ile Midilli’den Türk kafileler gelmeye başlar. Foça’da terk edilen Rum evlerine yerleşirler. Midilli’de bir müddet Türklerin evinde birlikte yaşayan Rumlar olur, yerli Rumlar gelenleri hoş karşılamazlar. Romanın önemli karakterlerinden olan Mihail yaşananların büyük şirketlerin çıkarları yüzünden olduğunu savunur. Kendileri oyunun piyonları gibidir. Yunan savaş gemileri 15 Mayıs, saat 7.30’da İzmir Limanına yanaşır. Rumlar onları coşku ile karşılar. İzmir Metropoliti askeri bir tören ile Yunan askerlerini kutsar. Mihail Foça sokaklarında işgalci bir asker olarak dolaşmaya başlamıştır. Bir zamanlar şen şakrak dolaştığı caddelerde elde silah ile dolaşmak ona tuhaf gelir. Daha önce adalara ve Yunanistan’a göçen Rum nüfus tekrar Anadolu’ya gelmeye başlar.
Yunan Ordusu Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemeyi sürdürür ta ki Sakarya’da durduruluncaya kadar. Yunanlılar için cepheden gelen haberler hiç olumlu değildir. Artık geri çekilme başlamıştır. Yunan Ordusu ile birlikte Rumlar da kıyılara yığılmaya başlar. “İzmir’e civardan trenlerle, arabalarla, atlarla, kağnılarla akıyor Rumlar. Canlarını kurtarmak için işte bakın! Çöken Yunan cephesindeki başıbozuk askerlerin önünden kaçan sivil Türkler de İzmir’e geliyor çünkü geçtikleri köyler kasabaları yakıp yıkıyor Yunan birlikleri” (s. 532). Yazar İzmir sokaklarındaki dramatik sahneleri şöyle tasvir eder. “Bütün vapurlar tıka basa dolmuştu. İskeledeki yığınlar geceyi burada geçireceklerdi. Eşyalarını sanki evlerindeymiş gibi sıralayıp ortaya serdiği yatakta uyuyanlar… uyku tutmadığı için, sıkıntı ile volta atıp duranlar… oturduğu
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:44

taşların üzerinde sessizce ağlayanlar…” (s. 532). Mustafa Kemal 10 Eylül günü İzmir’e giriş yapar. Gemilere binip kaçamayan erkek Rumlar amele tabularına alınırlar.
7 Saba Altınsay, Kritimu Giritim Canım Benim, 2004
Altınsay’ın romanını farklı kılan iki unsur vardır; ilki: karakterler psikolojik derinliğe sahiptir, ikincisi: tarihsel olayların etkisi hem dünya siyaseti açısından hem de bireylerin hayatlarına yaptığı etki açısından ele alınmıştır. Türk romanında mübadele, yetmiş yıl sonra ele alındığı için geçen süre duygu yoğunluğunun zayıflamasına yol açmıştır fakat Altınsay duygu yoğunluğunu vermeyi başarır.
Altınsay üçüncü kuşak bir mübadildir, romanın başkişisi İbrahim Yarmakamakis kendi dedesidir. Babası ile yaptıkları Girit gezisinden sonra bir tutam Girit toprağını getirip ilk kuşak akrabalarının mezarlarına serpmişlerdir (s. 287). Bütün bu olaylar mübadele sürecinin aile içinde sürekli canlı kaldığını gösterir ve romandaki duygu yoğunluğunun temelini anlamamıza yardım eder. Eseri bize sadece sesini duyduğumuz anlatıcı yazar aktarır. Yazar anlatma tekniği olarak romanın sonlarına doğru mektubu da kullanmıştır. Yazar her bölüm başında alıntı kullanmıştır. Alıntılar, şiirsel epigraflardan oluşmuştur.
Kuyumcu Mustafa Efendi’nin Girit’te dükkânı vardır. Oğlu İbrahim, Cemile ile nişanlıdır. Yazar İbrahim’in gözünden Girit ve Cemile’yi kıyaslar. “Çektiklerin reva mıdır Girit? Reva mıdır çektiklerin Cemile? Bu karışıklıkta, bu kan gövdeyi götürür hallerde, bu habire tetikte, habire suskun hallerde, güzelliğin heba olup gidiyor” (s.10). Yukarıdaki satırlarda İbrahim’in hem Girit’i hem de Cemile’yi kaybetme korkusu saklıdır, yazar bize İbrahim’in ikisini de kaybedeceğini ima eder.
Hüseyin Aziz Bey ve Doktor Ragıp iki aydın Türk karakteridir. Hüseyin Aziz Bey kendi matbaasında Ümit adlı yerel bir gazete çıkarmaktadır. Gazeteyi bir müddet ısrarla Türkçe basmış fakat Türklerin Rumca bilmesinden dolayı gazeteyi Rumcaya çevirmiştir. İşinde çok titizdir; amacı, Girit’te yaşayan Türkleri dünyadaki gelişmelerden haberdar etmektir. Son ana kadar Türklerin bir arada kalması için çaba sarf etmiştir, demokratik mücadeleyi sürdürmek için kurulan Cemaat-i İslamiye’nin kurucularındandır. Doktor Ragıp işinde çok iyi ve sevilen biridir. Rumlarla arası iyidir. Romanda öngörülü biri olarak karşımıza çıkar. Söyledikleri ve tahmin ettikleri birer birer gerçekleşir. Girit’te Para toplayıp parayı Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine yetiştirir, kendisi de Sakarya Muharebesine katılır.
Doktor Ragıp, Türklere mübadele için geç kalmamalarını tavsiye eder. “ Mübadele emri çıktıktan sonra malınız, mülkünüz para etmeyecektir; mümkün mertebe malınızı elinizden çıkarınız” (s. 247). Mübadele fikri Girit Türkleri arasında önce tam olarak algılanamaz.
Yazar bir benzetme ile İbrahim’in Girit’ten ayrılışını ruhunun ölmesine benzetir. “Ruh, birkaç kez nafile yere çırpındı. Sonra eli kolu boşaldı. Başı geriye düştü; olduğu yere yığılıverdi. Bir daha kıpırdamadı ölmüştü. Yere bıraktı ruhunu. Yüzünü okşadı. Saçlarını okşadı biraz. Bırakıp gitmeye kıyamıyordu. Gitmem lazım bekliyorlar. Nolursun” (s. 281). İbrahim’in kendiyle mücadelesi son bulur. Ve şöyle der; “Girit mi bizim gurbetimiz, Türkiye mi? Bilmem ah bilmem” (s.286). Kitap, kızının şu sorusuyla biter; “Ben şimdi Türkçe rüya mı göreceğim anne” (s.286).
8 Yılmaz Gürbüz, Mübadiller, 2007
Yazarın Mübadiller adlı romanı, 1975 yılında kaleme aldığı Balkan Acısı adlı romanı ile zaman, mekân, ana karakter bakımından çok büyük benzerlikler gösterir. Zaman, Balkan Savaşının öncesi ve mübadele süreci ve mübadele sonudur; mekân, Yunanistan ve Anadolu’dur. Balkan Acısı romanındaki ana karakter Doğan Bey Mübadiller romanındaki Halim Bey ile benzerlikler gösterir. Halim Bey Batı eğitimi almış bir Jöntürk’tür, kendi toplumunun âdet ve geleneklerine uzak mücadeleci ve isyankâr bir ruh hali taşır. Doğan Bey de Halim Bey gibi bir müddet gayri meşru ilişkiler yaşar ve eğlence dünyasına girerler. Halim Bey, Doğan Bey’e
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:45

nazaran daha prensip sahibi biridir. Doğan Bey gibi mübadele esnasında gururunu ve kolunu kaybetmez, toplumsal beklentilerle uzlaşır ve tüm ailenin ve akrabalarının sorumluluğunu üstlenerek onları sağ salim Anadolu’ya getirir. Orta Anadolu’daki İncesu kasabasında herkesin saygısını kazanır, mübadiller ve devlet arasında bir köprü olur, hatta Gazi Mustafa Kemal ile yazışmaları bile vardır. Kendisine teklif edilen Cumhuriyet Halk Partisi ilçe başkanlığını kabul etmez çünkü popülizmi sevmez ve ilkelerinden taviz vermek istemez. Doğan Bey ve Halim Bey’in ikisinin de göç yolunda çocukları dünyaya gelir, bu çocuklar yeni hayatın ve hürriyetin sembolleridir. Mübadiller romanı çok hacimli bir eserdir ve sayfa sayısı sekiz yüze yaklaşır, bu noktada Balkan Acısı adlı esere göre çok daha fazla ayrıntılı bir anlatım içerir.
Gürbüz, Mübadiller romanında Balkan Acısı romanından farklı olarak hep bir sorgulamanın ve suçlu aramanın peşindedir: Neden Türkler Balkanlar’dan atılmıştır?, Suçlu kimdir? Yazar, kendince suçluları söylese de romanın suçlayıcı tonundan gerçek suçlunun kim olduğu tam olarak anlaşılmaz. Suçlu, bir kurşun atmadan Selanik’i teslim eden Hasan Paşadır, suçlu, Balkan devletlerinin kilise sorununu çözen ve böylece bir araya gelmelerini sağlayan İttihat ve Terakki’dir, suçlu, talimli askerleri Balkanlardan terhis eden basiretsiz kumandanlardır, suçlu Batılı devletlerdir.
Romanı anlatıcı yazar aktarır, eserde diyaloglar yoğundur. Yazar tasvir konusunda başarılıdır, tasvirleri anlatılan duygu ile uyumluluk gösterir. Aşağıdaki satırlar ayrılık temasını aktarır.
“Yol kenarını süsleyen mor salkımların sıralandığı aşağılarda pembe zakkum öbekleri başlıyor, onların bittiği yerde denizin köpüklü dalgalarıyla kucaklaşan kumsal ve kayalıklar görünüyordu. Küçük Balkanlı bir çocuğun yüzüne pencereden vuran serin meltem ve uçsuz bucaksız engin deniz gözünü, gönlünü okşamasında rağmen, içinde bir yalnızlık hissi ve hüznü doğurdu” (s. 15).
Romanda ritim ve akıcılık sağlanamamıştır. Okuyucu ayrıntılar içinde sürüklenirken heyecansız, ağır bir metni okuyor hissine kapılır. Bu ağır tempoyu hareketlendiren ve biraz heyecan yaratan kısımlar daha çok Anadolu’da geçer. Halim Bey akrabaları ve diğer mübadiller için mücadele verir. Halim Bey hem yerli halkın, hem mübadillerin hem de devlet erkânının saygısını kazandığı için herhangi bir sorun onsuz çözülemez hale gelir. Yerlerinden memnun olmayan mübadiller, mübadiller ile anlaşamayan memurlar Halim Bey’i bulur. Halim Bey kendisi çözüm bulabiliyorsa soruna müdahale eder, bulamaz ise Ankara’ya telgraf çekerek yardım ister. Halim Bey’in görüntüsü Atatürk’ü andırır bu durum onun için bir avantaja dönüşür.
9 Oğuz Özdem, İsmail Oral, Biz Vatanımıza Hasret Öldük Yavrularım, 2007
Bu romanın kahramanları diğer mübadele romanlarında hiç değinilmeyen Karamanlı Hristiyan Türklerdir. Mübadele antlaşması imzalanınca İç Anadolu’da yaşayan Ortodoks Türkleri zor günler beklemektedir. Karamanlı denilen bu topluğun, Karamanlıca denilen özel bir yazı dilleri vardır. Onlar Anadolu’dan gitmek istemezler. “Bizler yüzlerce yıldır bu topraklarda yaşıyoruz. Atalarımız Türk, Türkçe konuşuyoruz. Osmanlıya vergi verdik” (s. 22).
Andreas ve Marika çocukları Maria, Andrea, Ionnes ile sıradan bir hayat yaşarlar ta ki mübadele kararı kendilerine bildirilinceye kadar. Halk bir meydanda toplanır, bir miralay kararı kendilerine bildirmektedir. Karamanlılar itiraz ederler:
“- Türk olanlar dâhil mi Mübadeleye Paşa?
- Gayr-ı Müslim olan herkes diyor, emir net ve kesin. Türk, Rum demiyor.
- Bizi dilini bilmediğimiz bir ülkeye sürmeyin Allah aşkına, ne olur?” (s.31).
Askerler kalabalığı derdest edip havaya ateş açarlar, bu esnada Adrea ve Ionnes kalabalıkta kaybolur. Andrea yaralanıp hastaneye kaldırılır, onu hastaneye Kunduracı Mahir Ağa getirir. Doktorlar Andrea’yı Nakaraya sevk ederler çünkü yarası ciddidir. İonnes kimsesiz kalır ona çocukları olmayan Mahir Ağa ve Emire Hanım sahip çıkar, ismini Yunus diye
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:47

değiştirirler. Yazar bu noktada nesnel zaman ile vaka zamanın farkını anlatan ve geçmişten geleceğe projeksiyon tutan şu cümleleri kurar: “Yunus bir daha ağabeyini ve kardeşini ancak kırk yıl sonra görecekti. Anne ve babasını ise asla!” (s. 39).
Maria, babasının bir gün gelirler diye kardeşleri için yazdıkları mektupları gösterir. Mektupları mübadele sürecinde çocuklarını kaybeden Kayserili Andreas Ağa kaleme almıştır ve çocukları bulunursa bu mektupların onlara verilmesini ister. Andreas, Andrea ve Ioannes adlı on ve on iki yaşlarında iki çocuğunu kaybetmiş yanlarına sadece Küçük Maria’yı almıştır. Her bir mektup acı ve kahır yüklüdür. Roman yıllar sonra birbirlerini bulan bu üç kardeşin hikâyesini anlatır. Roman duygu yoğunluğunu, ayrılık acısını, kavuşma sevincini güzel vermiştir. Eser, anlatıcı yazar tarafından bazı noktalarda ise roman kahramanı Andreas tarafından aktarılır.
10 Güngör Mazlum, Suskun Güvercin, 2009.
Eseri farklı kılan bazı özellikler vardır. Roman Kültür Bakanlığından sertifika almıştır. Yazar, kapağın üstünde romanın bir tür belgesel tarihi roman olduğunu belirtir; Edirne tarihini, mimarîsini, kültürünü aktarmak için çaba sarf eder. Edirne’nin 93 Harbi (1877-1878), Balkan Savaşlar, Bulgar Muhasarası, Kurtuluş Savaşı ve Mübadele esnasındaki durumunu öğreniriz. Mübadele, romanın son kısmını oluşturur; kapsadığı alan oldukça azdır. Başkarakterin Edirne olduğunu söyleyebiliriz, mekân ağırlıklı olarak Edirne’dir. Edirne Türk tarihi açısından önemlidir. Karlofça Antlaşmasından (1699) beri geri çekilen Türk milleti Edirne’yi geri alarak kötü gidişe dur diyebilmiştir.
Romanda başkarakterin Edirne olduğuna şüphe yoktur fakat kanlı canlı bir başkişi ararsak bu Neriman’dır. Edirne’nin sayılı eşrafının kızı olan Neriman, önce Selanik’e gider, sonra Mübadele ile Edirne’ye döner, oğlu Rüştü’yü gerçek babasına emanet ettikten sonra ölür. Çocuğunun babası olan Nazmi, gerek babasının mirastan yoksun bırakma tehdidi, gerekse İttihat ve Terakkideki siyasi çalışmalarından ötürü Neriman ile evlenemez. Ailesi tarafından Selanik’e sürgüne gönderilen Neriman bir kâhya ile evlendirilir. Kocası Âdem mübadeleden muaf tutulabilmek için din değiştirir, Hıristiyan olur ve Neriman’ın tüm varlığı olan altınları çalar.
Romanın başında tanıtılan Talat karakteri gerçek bir kişidir. Edirneli Talat daha sonra İttihat ve Terakki’nin en önemli üç yöneticisinden biri olmuş, iç işleri bakanlığı ve sadrazamlık görevlerinde bulunmuştur.
Türk Ordusu Kurtuluş Savaşını kazanır. Yunan Ordusu geri çekilirken kendini güvende hissetmeyen Rumlar ordu ile beraber hareket eder, limanlara yığılmaya başlarlar. “Savaş süresince Yunan askerlerine yardım eden, casusluk görevi üstlenen veya Türklere eziyet eden Rumlar da kaçmayı tercih ediyorlardı” (s.326). Yunan Ordusu İzmir’i terk eder. “Büyük bir telaş vardı İzmir Limanında. Türk askerlerinin İzmir’e çok yaklaşmış olduğu, yabancı asker ve memurların telaşla sürdürdükleri tahliye çalışmalarından anlaşılıyordu. Aynı gün akşama doğru rıhtımda bekleyen en son Yunan askeri bindi Fransız zırhlısına” (s. 326). Türkler geliyor sözü âdete slogana dönüşür, ortada büyük bir telaş vardır. Karadeniz de dâhil bütün sahil şehirlerinde, bütün limanlarda bir yığılmalar olur. Bir ay içerisinde Anadolu’dan ayrılan Rum sayısı 650 bin kişiyi bulur. Yunanistan’a doğru yönelen bu göç dalgasının, Yunanistan’da yaşayan Türklere olumsuz etkisi olur. Küçük Asya Felaketini yaşayan Yunanlılar, Yunan topraklarında Türklere karşı baskıya başlar. Göç ile gelen Rumların nüfus baskısı Türklerin üzerinde hissedilir. Gasp, haneye tecavüz, taşkınlıklar her tarafta görülmeye başlar. Türkler Kurtuluş Savaşının kazanılmasını kutlayamazlar, sinmek zorunda kalırlar. Türkler evlerinin önünde silah ile nöbet tutmaya başlar. Yunanistan’a sadece Anadolu’dan göç gelmez; Bolşevik ihtilâli sonucu Rusya’dan, Balkan Savaşları sonucunda Bulgaristan’dan 1 milyon civarında Rum göç eder. 1 milyon 250 bin civarında da Anadolu’dan nüfus gelince mevcut nüfuslarının yarısı kadar Yunanistan dışarıdan göç almış olur. Söz konusu nüfus hareketi çok kısa sürede gerçekleşmiştir. Yunan devleti çare olarak Türklerin evlerine zorla girilmesine cevaz verir, hatta bir genelge ile
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:48

Türklerin evlerini mübadil Rumlar ile paylaşmalarını zorunlu hale getirir. Küçük Asya Felaketi Yunanistan için 1453 Konstantina’nın düşmesinden bile daha büyük felaket olarak karşılanır.
11 Feyza Hepçilingirler, İşte Gidiyorum, 2009.
Yazar dünya tarihindeki farklı göç hikâyelerini aktarır. Türk Yunan Mübadelesi ile ilgili ilk hikâyenin adı Kader Çizenler/Kaderi Çizilenler’dir (s.38-53).Yazar olayları aktarırken sinema tekniğini kullanmıştır. Giritli Hesna ile Ayvalıklı Yorgo’nun hikâyesi aynı anda anlatılır. Hesna’nın hikâyesini ardından Yorgo’nun hikâyesini izleriz. Yazar paralel iki hikâye akarken aralarındaki geçiş için farklı bir teknik kullanmıştır. Daktilo puntolarıyla yazılan ve Lozan Konferansını aktaran bu geçişler, kuru ve resmidir. Yazar iki insanın duygu dünyasındaki çalkantılar ile mübadeleyi başlatan Lozan Antlaşmasının duygusuz ve kaba yapısını birlikte yansıtmıştır. Anlatıcı yazar Hesna ve Yorgu’yu odak (focalizer) olarak kullanmıştır, okuyucu olayları onların gözünden görür. Mekânlar çok ayrıntılı çizilmemiştir. Girit’teki çiftlik, okul, portakal bahçesi, tepeler Hesna’nın hikâyesinin geçtiği mekânlardır. Yorgo’nun hikâyesi Ayvalık’ta kahve, zeytinlik ve ev arasında geçer. Hesna Girit’in Resmo kentinde yaşayan bir ilkokul öğrencisidir. Dünyası, çiftlik ve okuldan ibarettir; dünyasında mübadelenin gölgesi bile yoktur. Yorgo Ayvalık’ta yaşamaktadır ve en yakın arkadaşı Kostas ölünce artık ölümü daha çok düşünmektedir. Yorgo’nun en büyük arzusu huzur içinde ölmek. Huzur kelimesini defalarca tekrarlanır, savaş hengâmesinde en çok ihtiyaç duyulan şeydir huzur. “Eski huzurlu günlerindeki gibi. Huzur, yaşamak için gerektiği kadar, ölmek için de gerekliydi. Huzur içinde ölüm… niye kötü olsun ki?” (s. 47). Bir oğlu Küçük Asya Felaketi sırasında ölmüştür. Diğer oğlu Osmanlı askeri tarafından vurulur, bir ay acılar içinde yatar ve sonra ölür. Bir oğlu hayatta kalmıştır, onun yakında çocuğu olacaktır. Yorgo’nun hikâyesinde mübadele yoktur, yazar mübadelenin bir adım öncesini anlatmaktadır.
Hesna’nın ailesi ve arkadaşları ile birlikte mutlu bir hayatı vardır, ta ki Girit’te bazı olaylar çıkana kadar. “Çeteciler Müslümanların çiftliklerine saldırıyor, ahırdaki hayvanların hepsini telef ettikten sonra ahırı ve evi ateşe verip kaçıyorlarmış. Şehir de çok karışıkmış. Her gün bir yerlerde birileri vuruluyor, birileri öldürülüyormuş” (s. 40). Hesna kendisinin ve ailesinin iyi insanlar olduğunu düşünüp olanlara anlam veremez; en iyi arkadaşı Vasilaki bir Rum’dur. Adadan ayrılmak aklına bile gelmez. “Annesi, büyükannesi gibi bu adada yaşayacağına, yine burada çoluk çocuğuna kavuşacağına inanıyordu Hesna” (s. 42). Rahat bir hayatı vardır Hesna’nın. Bu küçük dünya ona rahat gelmektedir. “Bütün dünyanın böyle, kendi şehirleri ve çiftlikleri gibi olduğunu, herkesin kendileri gibi yaşadığını sanırdı” (s. 45). Ailesi ve arkadaşı Vasilaki ile birlikte çok mutlu bir hayat sürerler. “…güldüğünde çevresindeki her şeyin, kendisi ile birlikte güldüğünü düşünürdü Hesna; düşünmek ile yetinmez, sorulsa buna yemin bile ederdi” (s. 46). O güne kadar yaşadığı hayatı hiç sorgulama ihtiyacı duymamıştır Hesna. Yazar Hesna’nın başına gelecekleri hissettirir. “ … sonraki yaşamını, tanımadığı, dillerini konuşmadığı insanların arasında geçireceğini henüz bilmiyordu” (s. 48). Yazar bol bol Hesna’ın tabiatla olan samimi ilişkisine vurgu yapar, böylece Hesna’nın bu toprakların bir parçası olduğunu gösterir. Hikâye Lozan Antlaşmasının Mübadele maddesinin imzalanması ile biter.
Hepçilingirler’in mübadele ile ilgili ikinci hikâyesinin adı Venezis’in Evi’dir (s.54-62). Venezis, 1930 kuşağı Yunan romancılarındandır ve 1922 olaylarını yaşamıştır. Romanlarında olumlu Türk karakterlere yer vermiştir.
Hikâye Ayvalık’ta dar bir sokakta ve eski bir Rum evinde geçer. Olayları anlatıcı yazarın gözünden görürüz. Karakterler kendi aralarında konuşurlar, sustuklarında da düşüncelerini duyarız. Düşünceleri karmaşa halinde değil, düzenli bir şekilde bize aktarılır. Kaniye Hanım evinde ibadeti ile meşgul olurken kapıya bir erkek ve bir bayan gelir. Midilli’den geldiklerini söyleyen bu çift evi gezmek istediklerini söylerler. Kaniye Hanım kiralık ev baktıklarını düşünür ve evi gezmelerine izin vermez. Çift, evin ünlü bir Rum yazara ait olduğunu romanlardan öğrenmişlerdir, Yunan yazar Venizis’in 15 yaşındayken bu bodrumdaki
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:51

pencereden kaçtığını söylerler. Kaniye Hanım önce şaşırır sonra tepki göstererek evin kendilerine ait olduğunu söyler Çift oradan ayrılırken gelenlerin Rum definelerini arayan kişiler olduğunu düşünür.
Kaniye Hanımın geçmişi hatırlaması ön kabullerinin kırılmasına ve geçmişi sorgulamasına sebep olur. Keşke çifti geri çevirmeseydim diye düşünür bir an. Hemen evin bodrumuna iner. Hikâye bu noktadan itibaren fantastik bir boyut kazanır. Bodrumda 15 yaşında bir çocuk hayali belirir. Adının İlias Venezis olduğunu söyler.
“ -Çok ünlüymüşsün Yunanistan’da
-Kimin umurunda! Yıllarca burayı özledim… Midilli’de Ayvalık’a bakan bir evde yaşadım.
-Niye kaçtın ki…
-1922 yılının Eylül ayıydı. Küçük Asya cephesi çökmüş bizimkiler yenilmişti. Türkler geldiler ve sıkıyönetim ilan ettiler… kadınlar, çocuklar yaşlılar, gelen Yunan gemilerine, sizin Midilli dediğiniz Lesbos’a götürülmek üzere bindiriliyordu” (s.57-58).
Venezis’in ailesi dağılmıştır. Kız kardeşi Apagi kendisini ve babasını bulmak için gemiye binmez ve Ayvalık’ta kalır. Türk Subayı olan Kemalettin, Apagi’yi sokakta bulur; onu katledilen kız kardeşi Zehra’ya benzetmiştir. Kemalettin kızı uzun süre saklar ve korur. Aile Venezis’i aramaya başlar fakat Venezis Bergama’ya çalıştırılmak üzere gönderilen amele taburunun içindedir. Venezis’in Bergama’dan Ayvalık’a kaçtığını oradan da bir gemi ile Midilli’ye gittiğini televizyonda izler gibi izler. Kaniye Hanım kendini Rumca bir şarkı söylerken bulur hâlbuki o hiç Rumca bilmemektedir. Konuya ilk önce kayıtsız kalan Kaniye Hanım sonra eski ev sahiplerinin acılarını paylaşır çünkü acının milleti yoktur.
Üçüncü hikâye Bir Kızıl Gül Gibi Elindedir (s. 63-70). Mine, babaannesinden bilinen bir aile hikâyesini tekrar dinler. Dedesi Yusuf Ağa Girit’te tek yumrukta bir gâvuru öldürmüştür. Girit’te mutlu ve huzurlu yaşarlarken asayiş sorunları ortaya çıkmaya başlar. Türkler baskı ve şiddet görür. Mübadele sıkıntıları sona erdirmiştir fakat babaanne mübadeleden hep olumsuz bahseder; çünkü topraklarından, mallarından ayrılmak zorunda kalmışlardır. Babaanne o güne kadar bahsetmediği bir kahramanlık hikâyesi anlatır: Naime Halanın hikâyesi. Naime Hala İzmir’deki yeğenlerinin dedesinin annesidir.
Dördüncü hikâyenin adı Lisa’nın Bebeğidir (s. 93-100). Mekân İzmir Buca, Bornova ve Karabağlar’dır. Nesnel zaman günümüze yakın bir zamandır, vaka zamanı mübadeleden biraz sonrasıdır. Olayları birinci tekil şahıstan dinleriz. Şimdi bir nine olan kahramanımız, çocukluk yıllarında babası İtalyan, Annesi Rum bir kızla arkadaşlıklarını anımsar. İsmi Lisa olan bu kız Rumca konuşmaktadır, kahramanımız Yunanistan’dan yeni gelmiştir ve Türkçe pek bilmediği için ilkokuldaki arkadaşları ile iyi geçinememektedir. Lisa ile Rumca anlaşabildikleri için iyi arkadaş olurlar. Lisa, bağları, köşkleri, şarap fabrikaları olan zengin bir ailedir. Kahramanımızın babası Lisa’nın ailesinin köşkünde çalışmaktadır. Anlatıcı zamanda atlayarak nesnel zamana gelir ve bize anlattıklarının hatıralardan ibaret olduğunu anımsatır. “Bugünlerde, neden bilmem çok düşünüyorum Lisa’yı. Şimdi kocakarı olmuştur benim gibi; yaşıyorsa tabii” (s. 95). Lisa’nın ailesi sık sık yurtdışına çıkar. Lisa’nın babası, son gelişlerinde kıymetli kahve değirmenlerini anlatıcımızın babasına verir ve hatta köşklerini onlara bırakmayı teklif eder. Babası vergisinden korktuğu için üzerine almak istemez. Mallarını mülklerini satarlar ve Rodos’a gitmek üzere Türkiye’den ayrılırlar. “Hükümet onları istemiyormuş burada. Kovmuş onları yani. Gitmeyip de ne yapacaklar?” (s. 97). Gidiş tarihleri mübadeleden hemen sonradır. Lisa, kahramanımıza güzel ve pahalı oyuncak bebeğini verir; kahramanımız ise onu saklar. Uzunca süre görmediği bebeği aramaya koyulur çünkü bu bebek onun çocukluğunu, mutlu günlerini hatırlatır. “bir de bu günlerde rüyama girmesinin sebebi, ya öldü bana haber vermek istiyor ya da ben öleceğim yakında malum oluyor” (s.100). Yaşlılık döneminde çocukluğunu hatırlatan tek bağ bu oyuncak bebektir.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:52

12 Akın Üner, Çalı Harmanı, 2010.
. Romanı diğerlerinden ayıran özellik; Karadeniz bölgesinde bağımsız bir Rum devleti kurulması için çaba gösteren Pontus çetelerinden bahsetmiş olması ve bir çete reisi olan Hristo’nun hayatını gerçekçi bir üslup ile aktarmasıdır.
Akın Üner’in realist bir roman kaleme aldığını söyleyebiliriz çünkü betimlemeler bir fotoğraf titizliği ile ayrıntılı verilmiştir, karakter oluşturmada oldukça gerçekçi davranılmıştır. “Mübadeleyi yazarken elimizden geldiğince tarafsız olmaya gayret ederek” (s.3). Yazarın diğer romanlarda pek işlenmeyen dönme meselesine de derinliğine eğildiği görülür. Yazar Ege’nin öbür yakasında Selanik dönmesi Sebataist, Yahudi kökenli Kapanilerin hikâyesini bize aktarırken diğer yandan Karadeniz’de bir dönme olan Avraam (İbrahim’in) yaşadığı toplumsal çatışmalardan bahseder. Karakterlerin yaşadığı iç çatışmalara da yer verilmiştir. Roman boyunca hâkim olan ton ümitsizliktir. Türkler kendi içlerinde Padişahın mı yoksa Mustafa Kemal’in mi başarılı olacağı konusunda sıkıntı yaşarlar, Rumlar kalıp çatışmak ile bırakıp gitmek arasında bocalarlar. Romanla ilgili bir başka sorun, yazarın değindiği bazı konuların ortada kalması, bir sonuca varmamasıdır. Söz konusu sorun, konu bütünlüğüne zarar verdiği için bir izlek sorununa yol açar.
Yazarın zamanı kullanma biçimi oldukça klasiktir. Asla geriye dönüş, zamanda atlama gibi bir yöntem kullanılmamıştır. Zaman bir çizgi halinde akar, bu esnada Ege Denizi’nin iki tarafında olanlar aynı anda eşzamanlı verilir. Kullanılan mekân çok geniştir. Karadeniz coğrafyası, dağlar, denizler, Ege Denizi, Makedonya, Selanik.
Beşinci bölümden itibaren Karadeniz kırsalında çetecilik yapan bir Pontus grubu ile karşılaşırız ki bu tema diğer mübadele romanlarında ele alınmamış bir konudur. Çetenin lideri idealist biri olarak resmedilmiştir. Hristo’nun tek amacı bu bölgede bir Rum-Pontus devleti kurabilmektir. Bunun için savaşır fakat asla adi bir eşkıya değildir. Acize dokunmaz, çalmaz, ırza tasallut olmaz. Hristo, Anadolu’yu işgal eden Yunan Ordusu ile irtibatlıdır, Yüzbaşı Niko bu irtibatı sağlamak ile görevlidir. Son gelen haber çete için iyi değildir. “Türklerin Afyon istikametinden hunharca bir saldırı başlattığı ve Kral Hazretlerinin kahraman askerlerinin gafil avlanarak çok kayıp verdiği, ikinci telgrafta ise Afyon’un Türk işgaline uğradığı ve Yunan askerlerinin Uşak civarında mevzilenerek düşmanı karşılama gayreti içinde olduğu haber verilmiş”
Roman en çok üzerinde durduğu karakter Hristo’dur. Kendisi bir hürriyet kahramanı olarak sunulur. “Tek amacımız, yurdumuzu hürriyete kavuşturmak. Samsun’daki Hükümet Konağına mavi-beyazlı Yunan bayrağı çekildiği gün ne bizim kumandanlığımız kalır ne sizin askerliğiniz” (s. 35). Romanda en çok dikkati çeken tema Hristo’nun değişimi ve iç çatışmaları ve uğradığı ihanetlerdir. Yazar birbirinden bağımsız bir çok küçük hikâye kullanmış, okurdan bu hikâyeleri birleştirmesini istemiştir fakat bazı hikâyeler ucu açık kalır. Yazar iç çözümleme, iç monolog tekniğini kısıtlı bir biçimde Andreas ve Hristo için kullanmıştır.
Diğer dikkat çeken karakterimiz Yahudi kökenli Selanikli dönme Rıfat Ziya’dır. Ailece tek düşünceleri savaşın oluşturduğu ortamdan yararlanmaktır. Yunan Ordusuna binit, canlı hayvan ve yiyecek sağlarlar, ortakları Yunanlı değirmenci Vasilidir. Vasili köylüden ucuza aldığı buğdayı orduya pahalı satar ve mal varlığını arttırır. Bu savaş fırsatçılarının Anadolu’daki karşılığı Avraam’dır yani İbrahim. O da Karadeniz’de Türk Ordusunun ihtiyaçlarını nakleder ve Müslüman olduğunu ispat etmeye uğraşır. Rıfat Ziya’nın babası eski ve köklü bir tüccardır, mübadeleye tabi olduklarında İzmir’de kendileri gibi dönme olan Kapani Yahudileri ile bağlantıya geçip İzmir’e yerleşerek, ticaretlerini orada sürdürmeye çaba sarf eder. Diğer taraftan kendilerine tekrar Yahudiliğe dönmeleri hususunda telkinde bulunanlara “Müslümanların nazarında tam bir Müslüman değiliz, Yahudiler de bizi tekrar kabul etmezler” (s.241). Kendilerinin artık geleneklerinden koptuklarından, cemaat dışı evliliklerin sıklaştığından, üç dinin de kutsal günlerini kutladıklarından bahsederler.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: 1990 sonrası Türk Edebiyatında Türk-Yunan Mübadelesi

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Kas 2019, 18:54

13 Handan Gökçek, Ah Mana Mu, 2010.
Roman bir aile hikâyesidir; yazar sonsözde hikâyenin büyükbabası Sakuş ve büyükannesi Rena’nın gerçek hikâyesi olduğunu söyler. Eseri kaleme alırken kurgu unsurlarından yararlandığından bahseder. Romanın diğer mübadele romanlarından ayıran özelliklerinden biri adının Rumca olmasıdır; Ah Mana mu, ah anneciğim anlamına gelmektedir. Başkişi, Rena, Rum’dur ve kocası ile birlikte Anadolu’ya gelir. Bu tür bir karaktere Ahmet Yorulmaz’ın romanında da rastlarız. Ulya Ege’nin Kıyısında Romanının başkişisi Ulya, kocasının ardından mübadeleye tabi olarak Anadolu’ya gelir. Ah Mana Mu iki toplum arasındaki çatışmayı aile düzeyinde yansıtır.
Romanı anlatıcı yazar aktarır, her şeyi bilen bir bakış açısı hâkimdir. Yazar Rena’nın kendi hikâyesini kendisinin anlatmasına müsaade eder. Aynı anda iki hikâye yan yana ilerler. Ana hikâye romanın nesnel zamanında akar ve bu çerçeve hikâye romanın çapını belirler, ikinci hikâye ise romana daha sonra dâhil olur ve ikisi dönüşümlü olarak örüntüyü oluştururlar. İkinci hikâyenin zamanı romanın nesnel zamanından çok daha geridedir ve çerçeve hikâyedeki düğümü çözmeye yarar. İki hikâye arasındaki geçiş ani geriye dönüşlerle (flashback) ile sağlanmaz. Anlatıcı yazar iki hikâyeyi sırayla verir dolayısıyla bu dönüşüm bir plana dâhildir ve geçişler ritmiktir. Bölümler arasında şiir parçaları, şarkı parçaları ve özlü sözlerden oluşan epigraflar vardır. Mekân Yanya, İzmir ve Hatay’dır. Ayrıntılı mekân tasvirleri ve ayrıntılı ruh tahlilleri yoktur.
Romanın başkişisi Rena bir Rum’dur ve kocasını terk etmeyerek mübadele ile Anadolu’ya gelmeye razı olur. Uzun bir süre onun gerçek adını okur bilmez, romanın son kısımlarına kadar o büyükannedir. Büyükanne bir Hıristiyandır ve ev içinde dini gerekliliklerini yerine getirir, örneğin evde bir ikonası vardır. Romanın ilk sayfaları onu şu şekilde tasvir eder. “Büyükanne mecbur kalmadıkça konuşmazdı, evin içinde yıllardır bir hayaletten farksızdı, odasının duvarına astığı paslı bir anahtarın karşısında Rumca dua eder istavroz çıkarır, günün büyük bir kısmını bu odada geçirirdi” (s. 10). Oğlu Yusuf ve gelini, onu yanlarına; İzmir’e alırlar. Büyükanne, iki kızını Hatay’da bırakıp oğlunun yanına taşınır. Büyükannenin suskunluğu orada da devam eder ta ki gelini Melek doğum sancıları çekene kadar. Sessiz kadın birden konuşmaya ve olaylara müdahale etmeye başlar. İstavroz çıkarıp Ailkioni diye söylenir, gelecek torun onu heyecanlandırır. Torunu doğar doğmaz onu ‘Ailkioni, Ah Mana mu’ diye sever. Oğlu Yusuf şaşırmıştır çünkü annesini hayatı boyunca böyle mutlu görmemiştir. Bebeğe Aynur ismini koysalar da büyükanne onu Ailkioni diye çağırır. Romanın 18. sayfasında düğümün izlerini görmeye başlarız. “Keşke kocası da görebilseydi onu. Şimdi yaşıyor olsaydı her şeyi unutup affedebilir miydi? Son nefesini bile verirken özür dilemiş, hakkını helal etmesini istemişti büyükanneden” (s. 18). Bebek doğduğundan beri büyükannenin içindeki derin acı hafifler, büyükanne hayata bağlanır. Artık ninniler söyler, bahçe ile ilgilenir, saatlerce denize bakmaktan vazgeçer.
Mübadele esnasında Rena ve Sakuş mübadele için gemiye binerler, Ailkoni rahatsızlanınca gemide tanıştıkları Doktor Fethi isimli biri bebeğe bakmayı teklif eder ve ortadan kaybolur. Rena hep Alkioni’yi bekler. Büyükbaba, İstanbul’a Fethi Bey’den bebeklerini almak için gider. Kendisine verilen adreste onları bulamaz, bütün aramaları boşa gider. “Sen Alkioni’yi beklerken büyüdük biz. Kendi kendimize büyüdük, birbirimizle konuştuk hep… sen sessizdin (s. 328). Çocuklarının annelerine sitemleri bu şekildedir fakat bu sessizliğin sebebini ilk defa duyarlar ve annelerine hak verirler.
Büyükanne yorulur ve bahçeye çıkar, büyük portakal ağacının altında durur. Yanına Sakuş gelmiştir, ona: “Her şeyi anlattım, artık kızmıyorlar bana” (s. 332). Sakuş onu göğsüne bastırır. Rena Rumca “Hadi evimize dönelim” der, ikisi el ele tutuşarak bahçeden çıkarlar, karşıda Yanya’nın ışıkları yanmaktadır. Son sahnede Rena’nın hayatındaki düğümü geride bırakıp öldüğünü düşünürüz. Bu sahne oldukça dramatik ve sinematografik tasarlanmıştır. Romantik unsurları barındıran kapanış okuyucuda bir rahatlama hissi uyandırır.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Cevapla

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir