Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Girit İle ilgili Akademik Yayınlar
Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:43

konuşmasına izin vermektir.” (Derrida, 2007, s. 30). Bu anlamda Sevim Burak metinlerinde bastırılan, gizlenen ve görmek istenmeyen annenin hayaletiyle konuşur, metinler bastırılan anne hayaletin konuşmasına izin verir. Annenin bir hayalete dönüşmesine yol açan şey, göçün neden olduğunu kültürel karşılaşmayla ortaya çıkan iğrenç/abjecttir. Sevim Burak annenin kimliğinden kaçmaya çalıştıkça Kristeva’nın özellikle anneyle ilişkilendirdiği iğrenç/abject’le daha çok ilişkiye geçer. Sevim Burak metinlerinde yaratıcı ve kanon dışı kuvvet, hayalete dönüşerek iğrençleşen annenin metinler yoluyla ‘kusulmasına’ bağlanabilir.
Kaynakça

Artaud, A.(1995). Yaşayan Mumya, Çev.: Yaşar Gönenç, Ankara: Yaba. Burak, S. (2016). Afrika Dansı, İstanbul: YKY.
Burak, S. (2009). Beni Deliler Anlar, İstanbul: Hayykitap.
Burak, S. (2012). Everest My Lord, İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar, İstanbul: YKY.
Deleuze, G. (2009). Francis Bacon-Duyumsamanın Mantığı, Çev.: Ece Erbay, Can
Batukan, İstanbul: Norgunk.
Deleuze, G. (20089. Guattari, Felix. Kafka/Minör Bir Edebiyat İçin. Çev.; Özgür
Uçkan, İstanbul, YKY.
Derrida, J. (2007). Marx’ın Hayaletleri, Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni
Enternasyonal, Çev.: Alp Tümertekin. İstanbul: Ayrıntı.
Dolan, M. (2013). Sahibinin Sesi Psikanaliz ve Ses, (B. E. Aksoy, Çev.). İstanbul:
Metis.
Freud, S. (1925). “The Uncanny”, The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Trans. and Ed. James Strachey, The Hogarth Press, London.
Güçbilmez, B. (2003). “Tekinsiz Tiyatro: Sahibinin Sesi / Sevim Burak’ın Metninde Tekinsiz Teatrallik ve Minör Ses’in Temsili”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 16.
Güngörmüş, E. N. (2009). “Sanatçının Annesinin Kızı Olarak Portresi”, Cinsiyetli
Olmak Sosyal bilimlere Feminist Bakışlar, İstanbul: YKY.
Güngörmüş, N. (2014). Bir Usta Bir Dünya: Sevim Burak, İstanbul: YKY.
Kristeva, J. (2004). Korkunun Güçleri: İğrençlik Üzerine Deneme, Çev.; Nilgün Tutal. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Kristeva, J. (2007). Ruhun Yeni Hastalıkları, Çev.; Nilgün Tutal. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 2007.
Saybaşılı, N. (2011). Sınırlar ve Hayaletler: Görsel Kültürde Göç Hareketleri, Çev.;
Bülent Doğan, İstanbul: Metis.









108
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:45

Bölüm 10. Güney Dal'ın Romanlarında Göç, Kimlik ve Farklılık

Fatih Özdemir1

1972 yılından beri Berlin’de yaşayan Güney Dal, eserlerini Türkçe yazmaktadır. 12 Mart döneminde Almanya’ya gitmiş siyasi sürgün yazarlardandır. 1944 Çanakkale doğumlu olan yazar, Türkiye yıllarında radyoculuk ve tiyatro ile ilgilenmiş, oyunlar ve öyküler yazmıştır. Almanya’ya gittikten sonra yazarlığa devam etmiş ve 1976 yılında ilk romanı İş Sürgünleri’ni (Memeleri Büyüyen İşçi) yazmıştır. Romanları Almanya’nın önemli yayınevleri tarafından yayınlanan Dal, çeşitli ödüller almış ve Yüksel Pazarkaya ile de bir antoloji hazırlamıştır. Antolojisi ise, Yüksel Pazarkaya ile 1990 yılında hazırladıkları Geschichten aus der Geschichte derTurkei’ dir.
İlk dönem eserlerinde geleneksel-gerçekçi edebiyat anlayışına sahiptir. Kendisi gibi Almanya’ya göçmüş ya da sürülmüş insanların, işçilerin hayatından, onların sömürülmesinden, yabancılaşmalarından yola çıkarak, konu bütünlüğüne dikkat ederek ve zamandizinselliği kullanarak eserler verir. Daha sonra bu anlayışını değiştirerek postmodern romana yönelir. Yazma sürecini öne çıkaran, üstkurmacaya,
metinlerarasılığa ve biçime önem veren bir yazar olur. Yıldız Ecevit’e göre “seksenli yılların başında bilinçli bir biçimde postmodern eğilimle üreten ilk Türk romancısıdır.” (Ecevit, 2001, s.170) Gelibolu’ya Kısa Bir Yolculuk dışındaki romanları Almanya’da geçen Güney Dal, zaman içinde roman anlayışını değiştirmiş olsa da göç, göçmenlik ve sürgün konularını işlemeye devam etmiştir. Almanya’daki işçilerin günlük hayatları, uyum sorunları, yabancılaşma, iş gücü sömürüsü, kimlik meseleleri ve kültürel farklılıklar gibi konuları romanlarındaki çatışmaların başlıca kaynağıdır.
Güney Dal’ın ilk romanı İş Sürgünleri 1976 yılında yayımlanmıştır. Toplumcu gerçekçi roman özellikleri taşıyan eserde Türkiye’den Almanya’ya çalışmak için giden işçilerin zor şartları anlatılmaktadır. Romanın başında Şevket’in Türkiye’deki tatilinden üç gün geç döndüğü için fabrikadaki işinden atıldığını öğreniriz. Ford fabrikası Şevket gibi yüzlerce işçiyi benzer sebeplerle işten çıkarmaktadır. Bu durum romanın devamında on bin Türk işçinin katıldığı greve sebep olacak, romanın genelinde grevin gelişimi ve kırılması üzerinde durulacaktır. Romanın bu genel çerçevesi içinde Türklerin ve Almanların birbirlerine bakışı, öteki olma meselesi ve göçmen işçilerin zor yaşam koşulları ele alınmıştır. Çalışma şartlarının zorluğu, yabancılık, yeni kültürle bağdaşamama gibi konular öne çıkar. (Ecevit, 2001, s. 164)
Şevket, Adana’dan Köln’e dönerken trafikte Almanların eleştirisine uğrar. Korna sesi ile yol isteyen Şevket’e bir Alman “kafadan zorun mu var?” anlamına gelen bir hareket yapar ve toplumlarının kurallarından habersiz yabancılardan rahatsızlığını dile getirir. Daha sonra Şevket’in Türk olduğunu anlayınca şunları söyler: “Yanılmışım, Türk’müş. Yabancı bile olamamış bir yaratık.” (Dal, 1976, s.6) Şevket, evine döndüğünde ise “bir saniyenin bile hesabını isteyen” Almanların işe geç gelmesinin hesabını soracaklarını düşünür. Eve gelen Almanca mektuplarda sadece adını ve soyadını okuyabilir. Tatilde sürekli yer değiştirmenin yanı sıra sabahları uyanınca işe geç kalma hissiyle de zihni yorulmuştur. Kendini Almanya’da zannedip sabahları telaşla uyanmıştır izindeyken. Şevket’in Almanya’ya dönüşüyle tekrar başlayan yabancılaşma duygusu anlatıcı yazar

1 Yrd. Doç. Dr. Karamanoğlu Mehmetbey Üniv. Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
fatihozdemir@kmu.edu.tr.
139

Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:47

tarafından şu şekilde ifade edilir: “Kendisiyle hiç ilgili olmayan bir uygarlığın, bir kültürün kafesine yeniden tutsak ediliyordu. Bir yabani hayvan gibi, yaşama ancak sezgileriyle çakışacaktır… Bu yabancı kültürün insanları da ona, anlayamadıkları bu yaratığa bir yabanıla, bir ilkele yaklaşır gibi yaklaşacaklardı. Yani bazen yapmacık bir sevecenlik, bazen de bir sömürgecinin acımasız hayvan yüreğiyle.” (Dal, 1976, s. 9-10)
Şevket’e gelen mektupları Türkçeye çeviren Ramazan, Almanya’daki başka bir Türk işçi tipini temsil eder. Almanya’da gâvura kul köle olmalarını memleketteki mekteplilere bağlar. Almanya’da “din yoluna dövüşecek talebeler yetiştirilmesinden, Türklerin kilisenin ve ahlâk düşkünlüğünün elinden kurtarılması gerektiğinden bahseder. En büyük düşmanlığı ise fabrikalarda solculuk yapan Türkleredir. Onların nankör olduğunu, ev sahibine saygısızlık yaptığını düşünür.
Romanda, grevdeki işçilere yardım eden biri olarak öne çıkan Ali, sosyoloji öğrencisidir. Paris’te iş kazasında ölen bir Türk işçiye yakılan ağıtı dinler sürekli. Ali’nin okuduğu gazetelerdeki göçmen işçiler aleyhine yazılar özetlenip aktarılarak, Alman kamuoyunun bu konudaki görüşleri özetlenir. Kötüye giden ekonomiyi düzeltmek için göçmen işçilerin ülkelerine gönderilmesi, onların uyum sorunları, bir türlü Avrupalı olduğu kabul edilmeyen Türklerle ilgili olumsuz görüşleri aktarılır. Onlardan biri grevdeki işçilerin kendi ülkelerinde bulamadığı özgürlüğü Almanya’da bulunca ne yapacaklarının bilememeleri yönündedir. Ali, Federal Alman Yabancılar Yasası’nı “canavar Alman sermayesinin” faşistliğinin bir uzantısı olarak görür. Mehmet Âkif’in torunlarının başlarında çan seslerinin uğuldadığını düşünür. Ali’nin Alman sevgilisi Helga’nın babası onların ilişkisine karşı çıkar. Kızına Türklerin yabani olduğunu söyler, bir gün Ali’nin onu Türkiye’ye götürme ihtimali olduğundan bahseder.
Romanın Berlin’de yaşayan kahramanı Kadir Derya’nın yaşadıkları da göçmen işçilerim dramını yansıtır. İlaç fabrikasında kobay hayvanlara bakan Kadir’in bir süredir memeleri büyümektedir. Bu sebeple ailesinden ve çevresinden utanan Kadir, intiharı düşünür. Ayrıca küçük oğlu Türkçe bilmediği için onunla anlaşamaz ve bu durumdan da üzüntü duyar. Romanın sonunda göğüslerini kestiği için Kadir’in hastaneye kaldırıldığını öğreniriz. İlaç fabrikasının sahipleri ise hormonlu ilaç verip denek olarak kullandıkları Kadir’in bu durumunun verimsizliğe yol açmasından endişe duyarlar.
Romanda daha başka işçi roman kahramanlarına da yer verilmiştir. Örneğin Kumkapı’da küçük ve güzel bir yaşamı varken Almanya’da sinir hastası olan Hamdi gibi. Ayrıca derdini anlatamayan ve bunalan pek çok Türk’ün ülser olduğuna da değinilir. Bütün roman kahramanlarının ortak özelliği feodal ilişkilerden gelip kapitalizmin içinde ezilen göçmenler olmalarıdır. Yazar genellikle sorunlara sınıf meselesi doğrultusunda yaklaşır ve çalışma şartlarının ağırlığından bahseder. İşveren Almanların gaddarlıkları vurgulanır. Romanda Almanların göçmen işçilere bakışı şöyle özetlenmiştir: “Almanlar, canavar bir sanayi toplumundaki ilk günlerini kocaman çocuk gözlerini merakla her şeye açarak, izleyen, elden geldiğince topluluklar biçiminde yaşayan bu garip yaratıklara biraz alay, biraz da seyirlik olarak bakardı.” (Dal, 1976, s. 112)
Güney Dal’ın ikinci romanı E-5 de göçmen işçilerin sorunlarına eğilir ve yine toplumcu gerçekçi bir yapıdadır. Roman, “Bir yolculuk öyküsüdür… yetmişli, seksenli yıllarda, Türkiye’ye izne gelen bir çok göçmen işçi ailesinin karabasanı olmuş bir kara yolunun adını taşır.” (Ecevit, 2001, s. 165)


140
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:48

Bir buçuk yıldır Almanya’da işçi olan Salim ve eşi Sünbül’ün hayatlarından bir kesiti anlatır roman. Çanakkale’den Almanya’ya gelen roman kahramanlarının en büyük hayali memlekette bir ev sahibi olmaktır. Salim, hasta babasını tedavi için Almanya’ya çağırmıştır. Çanakkale gazisi olan babanın tedavi süreci uzayınca oturma izni olmadan Almanya’da kalmıştır. Polise, babasının memlekete döndüğünü söylemiş olan Salim, babasının ölümüyle onu Türkiye’ye götürmenin yollarını arar. Babası için aldıkları renkli televizyonun kutusuna onun ölüsünü koyup E-5’te uzun bir yolculuğa çıkarlar. Hâlbuki Salim, televizyon kutusunu temelli dönüşte lazım olur diye saklamıştır. Yolda bir sürü badire atlattıktan sonra arabalarına aldıkları anarşist gencin de etkisiyle Türkiye sınırında yakalanırlar.
Romanda zorlu yolculuk şartlarının dışında Türklerin Almanya’daki yaşamları ve iki toplum arasındaki ilişkiler de dile getirilmiştir. Salim’in çalıştığı yorucu iş, izin sürelerindeki sıkıntı ve Almanya’ya alışamamaları en büyük sorundur. Çalışmaktan ayda ya da mezarda yaşadığını zanneder. Yorgunluk sebebiyle kazandığı parayı harcayamamaktan şikâyetçidir. Almanların yaptığı gariplikleri Türkler hoş görürken Türklerin en ufak bir hatası Almanlar tarafından affedilmemektedir. Kültür çatışması Salim’i Türklerin de güngörmüş bir millet olduğunu düşünmeye zorlar; ancak bu kadar savaş kazanan bir milletin gâvurların ülkelerinde köle olmaya gelmesini anlayamaz. Salim’in babası ise Çanakkale Savaşı’ndan tanıdığı Almanların Müslümanlara en yakın millet olduğunu düşünür ve şimdiki durumlara anlam veremez. Romanda babanın Almanlarla ilgili savaş anıları uzun uzun anlatılmıştır. Böylece iki millet arasındaki ilişkinin tarihi seyri gözler önüne serilmiştir.
Yolda kısa bir süreliğine tanıştıkları bir Türk ailesi aracılığıyla göçmen işçilerin başka sorunlarıyla da karşılaşırız. Konuşmalar ailenin beş yaşındayken Almanya’ya getirdikleri çocukları Kayhan üzerinden ilerler. Babası okul çağına gelince Kayhan’ı okula göndermek istemez. Almanların baskısı sonucu Kayhan okula gönderilir. Çocuk yuvaları pahalı olduğundan ve baba orada Hristiyanlığın öğretildiğini düşündüğü için Kayhan okuldan sonra kardeşlerine de bakmaktadır. Daha sonra babası Kayhan’ı dövdüğü için o da evden kaçar ve Almanlar Kayhan’ı aileden alır. Yıllar sonra Alman vatandaşı olan Kayhan’ın Alman bir adamla birlikte olduğunu öğrenir aile ve baba onun adının anılmasını bile yasaklar. Oğlunun kazada öldüğünü söyler. Ayrıca baba ile küçük oğlu Cem arasında ideolojik sebeplerden de kaynaklanan nesil çatışması gözler önüne serilir. Ailenin kızı Nurcan da Almanca şarkılar söyler. Daha sonra bu ailenin bir kazada öldüğünü görürüz. Almanya’ya gidip parçalanan ve yok olan ailelerin bir temsilcisi olarak görebiliriz bu aileyi. Romanın sonunda karakolda olan Salim’in Türk arkadaşlarından birine yazdığı bir mektupta, iyi dileklerini ilettiği Alman ustalarından izin süresinin uzatılmasını rica ettiğini görürüz. İşten atılma korkusu onu Türkiye’de de rahat bırakmamıştır.
Kılları Yolunmuş Maymun, Güney Dal’ın postmodern teknikleri başarıyla kullandığı romanıdır. Üstkurmaca tekniği öne çıkar, metnin yazılma sürecinin romanın ana konusunu oluşturur. Bölümlerin sonundaki numaraları takip ederek bir başka kitap gibi de okunabilen romanda biçimcilik öne çıkar. İki ana bölüm, iki kahramanla özdeşleşir. Birinci bölümün kahramanı Ömer Kul, evinde duvar gazetesi çıkarır ve kitaplar yazmak ister. İkinci bölümün kahramanı İbrahim Yaprak ise, birinci bölümde okuduklarımızın yazarıdır.
Kurgu özelliklerinin öne çıkmasına rağmen bizim üzerinde durduğumuz göçmen
işçilik ve Almanya’da yaşamanın zorluklarıyla ilgili de konulara değinilmiştir romanda.

141
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:49

Almanların yabancılardan çekinmesi ve yıllar geçmesine rağmen Türklere soğuk davranmaları gündeme gelir. Bunda Papa suikastinin de etkisi olduğu söylenir. Ömer Kul, altı yıldır Türkiye’ye gitmemiştir. İşe de gitmek istemez. Kendini hem fiziksel hem de zihinsel olarak yorgun hisseder. Doktoru onun hastalığıyla ilgili şu teşhisi yapmıştır: “Vücutsal hastalıkların ruhla ilgisi daha sonraları benim ilgimi pek çok çekmiştir. Bu ilgi sonucu, “göçmen hastalıkları” diye bilinen bir dizi hastalığın ruhun sıkılmasıyla çok yakından ilişkisi olduğunu kitaplar karıştırarak öğrenmişimdir.” (Dal, 1988, s.32) Ömer Kul ise göçmen hastalığına yakalanmadığını söyler. Doktor birçok yabancı hastası gibi Ömer’in de yorulduğunu ve ülkesine dönmesinin zamanı geldiğini söyler. Ömer, işte çalışmaktan düşünsel çalışmalarına vakit ayıramadığını söyler. Aldığı on günlük raporla notlarından kitap oluşturmak ve kendi doğrularını yazmak için çalışma fırsatı bulur.
Ömer dosyalama titizliği olan biridir. Gazetelerden ve televizyondan takip ettiği haberlerin gerçeğe aykırı olduğunu düşünüp kendi gazetesini çıkarma çabası ailesi için kâbusa dönüşür. Besmele yerine Almanca tekerleme ile yemeğe başlayan kızı, Alman sevgilisi olan oğlu ve bütün gün çalışan eşi için zor günler başlar. Sabahlara dek çalışıp evde duvar gazetesi çıkarır ve bu durumunun anormalliğinin farkında değildir. Gazetesinde pek çok konuyu kendi bakış açısıyla yazar. Bunlardan biri de Avrupa’daki işçilerimizin kültürsüz bir milletin üyesi olarak algılanmasından duyduğu üzüntüyle ilgilidir. Türklerin sanat ve mimarideki başarılarından örnekler vererek bunu çürütmeye çalışır.
İkinci bölümde birinci bölümün yazarı İbrahim Yaprak’la tanışırız. Onun kendini tanıtan şu sözleri aslında birinci bölümdeki kahramanın takıntılarının da sebebi olarak okunabilir: “Buradasın, Berlin’de. Dört gün önce yaşın kırk sekiz oldu. Ve yıllardır kendine ruhunun içinde bir tüy gibi yüzebileceği sızısız, yerçekimsiz bir toprak parçası arıyorsun… Göçmen huzursuzluğunun onsuz yapılamaz ama onunla da eninde sonunda ölünür telaşı, o güneşli ve denizli adanmış toprak parçasında acınası bir zavallı olarak gelip kapında duracak… o yahudi yalnızlığının, yirmi yıldır göçmen olmanın getirdiği o şizofreninin, o parçalanmışlığın romanını yazmak istiyordun.” (Dal, 1988, s.224) Böylece birinci bölümdeki Ömer Kul’un şizofrenisinin göçmenlikten kaynaklandığını öğreniyoruz.
Romanda İbrahim’le ilişkili olarak karşımıza çıkan kahramanlar ya İstanbul ve Türkiye özlemiyle öne çıkar. Almanların önyargıları, artan yabancı düşmanlığı, çocukların yetişme problemleri dile getirilir. Örneğin İbrahim’in kızı erkek arkadaşıyla aynı eve çıkar. Romanda yine bir doktor, İbrahim’in ve oradaki Türklerin durumunu özetler. Yabancı karşıtlığının giderek arttığını belirten doktor, ruh dengesizliği bulunan çoğu göçmen için ülkelerine dönmelerini tavsiye ettiğini, İbrahim’in de ülkesine dönmesi gerektiğini söyler. (Dal, 1988, s.298) Romanın ismindeki kılları yolunmuş maymun imgesi göçmenleri işaret eder. Birden uygarlaşmayı isteyen ve atalarından miras kalan kılları önüne gelen herkese yolduran ve bunun verdiği acıyla kıvranan bir adamı, aydını ve ülkeyi temsil eder. (Dal, 1988, s.358) Sürgünlük duygusu, yalnızlık ve bunun yol açtığı ruhsal bozukluklar, postmodern bir teknikle dile getirilmiştir romanda.
Fabrika’da Bir Saraylı, üstkurmaca tekniğinin öne çıktığı bir romandır. Avrupa’daki işçilerin ikinci kuşağından Tansu Çağlar, yazara çeşitli notlar getirir. O da küçük değişikliklerle bunları yayımlar.
Bir gazetede stajyer olarak çalışan Tansu Çağlar, Ethem’in hikâyesinin peşine düşer. Gizemli biridir Ethem. Yedi yıldır Berlin’de AEG fabrikasında aynı fabrikada

142
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:50

çalışmaktadır. Bir gece yarısı bağıra çağıra tangolar söylemeye başlar. Rahatsız olan yurttaki diğer işçiler onu döver. Bunun sonucunda ortadan kaybolan Ethem’in hikâyesini fabrikadaki iş arkadaşlarından görüşmeye başlayarak araştırır Tansu Çağlar. Bu postmodern kurgunun içinde yetmişli yıllardaki göçmen işçilerin günlük yaşamlarıyla karşılaşırız. Bunların ortak özelliği belli yaşlarına kadar mark biriktirip memlekete dönme isteğinde olmalarıdır. Fabrika işçiliğinin bir araç olduğunun farkında olmayan Türk işçiler, dış dünyayla bağlarını koparmış, yemek-fabrika-uyku arasında bir yaşam sürmektedirler. Şehirle tek bağlantıları bankaya gidip ne kadar para biriktirdiklerini öğrenmeleridir. Köylerindeki gibi kırk elli sözcükle yetinip düşünme zahmetine katlanmayan kişilerdir. Uygarlığın merkezinde ondan uzakta
yaşamaktadırlar. Bunların içinde sıla hasretinden ve yabancılaşmadan intihar edenler bile olmuştur. Ethem ise bunların tam tersidir. Şiir okuyan, tango söyleyen, güzel giyinen bir işçidir. Yurttaki işçiler içinde bir yabandır ve bu sebeple dışlanır.
Ethem’i araştırırken karşımıza çıkan Bodos Efendi de Türkiye ve İstanbul özlemi duyanlardandır. O Türklerin Almanya’da olmasından memnundur, çünkü memleket hasreti biraz azalmaktadır. Romanda hayatı araştırılan saraylı Ethem, Türklerin Almanya’daki hayatını anlatmak için bir fon olarak kullanılmıştır. Romanın sonunda Ethem’in not defterinden bize aktarılan parçaların Saffet Nezihi’nin Zavallı Necdet romanından parçalar olduğunu öğreniyoruz. Necdet, Ethem’in arkadaşı olmuştur ve Ethem bu defteri temize çekmiştir. Böylece roman postmodenizmin oyunsallığından, metinlerarasılığından faydalanarak ikici kuşağın kendine kültürel köken aramasına dönüşür. Romanın bir yerinde bu kimlik meselesi Türklerin Yahudileşmesi kavramıyla anlatılır. Almanya’daki Türklerin çocukları da artık köklerini araştırmaya başlamıştır. Sürgün ya da göç olgusunun belli bir döneminden sonra kökleri araştırma döneminin başladığı ifade edilir. Tansu’da köklerinden sökülmüş olmanın acısı erken başlamıştır. Tansu’nun psikolojisi şu sözlerle anlatılır: “Köklerini arıyor ya, belki biraz daha ışık verir bu anlattıklarım… Nedenler ne olursa olsun, sürgüne uğramış, (çocukluk) topraklarından edilmiş insanların ana düşüncesi hep bir noktada birleşir: Vatan… Sürgünün sürekli düşüncesi vatana yeniden kavuşmaktır; yollar, kökler soruşturulur… arama bir amaç olmuştur artık, aranan değil. İşte bu bir iç sürgündür.” (Dal, 2016, s.131)
Gazeteci Tansu Çağlar, kültürel sorunlar yaşayan ve birinci kuşağı beğenmeyen biridir. Onlardan çok Almanlarla anlaşabildiğini düşünür. Kız kardeşi bir Almanla evlidir. Çocukların Almanya’da kalacağı kesinleşince babası melankoliye kapılan babası bunu atlatmak için camiye gitmeye başlamıştır. Ayrıca Tansu’nun Sabine isimli Alman sevgilisi vardır. Sevgilisinin kocasıyla da arkadaş olmuştur. Dolayısıyla iki kültür arasında kalmış bir göçmen kimlikli gazeteci olarak Almanya’da kimlik sorunları çeker ve Ethem’in hayatını araştırır. Yirmi altı yaşında olduğu halde iki dilli, iki kültürlü olduğu için kendini elli iki yaşında hisseder. Kendisine öğretilen hamasi söylemler, dinî ve milli anlatılar ona yetmez. Arayışını, kimlik sorunlarını şöyle değerlendirir: “Kendime, benim gibi olanlara daha “köklü” bir gelenek aramak bana mı kalmıştı? Ana babamın Müslümanlığı beni “yeteri” kadar doyuramıyordu… Türklük adına mehter takımlarını bir ileri bir geri yürüyüşleriyle Ku’damm Bulvarı’ndan geçirtmeler de bana yabancıydı… Bizlerin köklerini besleyecek daha derine inen, daha usa yatkın kaynaklar vardır kuşkusuz; onları araştırıp bulmalı.” (Dal, 2016, s. 211) Romanın sonunda kendini “uluslararası bir insan” olarak gören, ne Türk ne de Alman kimliğe ait hissetmeyen Tansu’nun göçmenliği devam eder. Sabine ile Avustralya’ya göçmüştür. Roman değindiğimiz gibi ikinci kuşağın kimlik krizlerine odaklanmıştır.

143
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:51

Aşk ve Boks Ya da Sabri Mahir’in Ring Kıyısı Akşamları romanı, gerçek bir hayat hikâyesine dayanır. Galatasaray Lisesi’nde iken Türkiye’nin ilk futbolcularından ve boksörlerinden olan Sabri Mahir’in, Berlin’deki hayatından bir kesiti anlatır Güney Dal. Bu konunun seçilmesini postmodern edebiyatın mikro tarihe, unutulup gitmiş hayatlara ve macera çeşnisine olan ilgisine bağlayabiliriz.
Sabri Mahir, gerçek hayatında adli bir olaya karışıp Meşrutiyet yıllarında İstanbul’dan kaçmıştır. Romanda ise siyasi kargaşanın olduğu İstanbul’dan ailesi tarafından resim eğitimi alması için Paris’e gönderilmiştir. Ressam olmak isterken kendini sporun içinde bulmuş ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde adından söz ettirmiş bir göçmendir. Romanda onun Almanya’da boksu geliştirmesi, Berlin’de açtığı spor salonu dolayısıyla dönemin ünlü isimleriyle ilişkisi ve eşi Luise’yle aralarındaki güzel aşk anlatılmıştır. Osmanlı kültürü romanda alttan alta hissedilir ve 1920’lerin Avrupa kültürü ile eğitimli bir Türk’ün yaptığı sentez öne çıkar. Bunun dışında Sabri Mahir’in İstanbul özlemi önemli bir motif olarak işlenmiştir. Berlin’de Osmanlı mutfağının izini sürer. Aynı özlem onun New York’a gittiğinde karşılaştığı İstanbullu Rum ve Yahudilerde de görülür. Ayrıca başka bir göçmen grup, Beyaz Ruslar’ın Berlin’deki yaşamları da zaman zaman öne çıkar. Ancak 1920’lerin sonunda Berlin faşizmin yükselişiyle tüm yabancılar için cazibesini kaybeder. Romanda bu durum “Bir şeyler oluyordu Almanlara” (Dal, 2005, s.192) cümlesiyle ifade edilir. Farklı kültürlerin sıra dışı bir hayat öyküsüyle kesişmesini anlatan Aşk ve Boks, Almanya’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde her zaman Türkiye’den göçmüş birilerinin varlığını, kültürlerin göç sebebiyle iç içe geçmişliğini gösterir.
Güney Dal’ın Küçük <g> Adında Biri romanı 2003 yılında yayınlanmıştır. Küçük <g> Almanya’ya göç etmiş, orada diğer göçmenlerle bir Türk lokantasında görüşüp göç
hikâyeleri anlatan metinler, günlükler yazan biridir. “Bu göçmenler ilk kuşak göçün aktörleridir. Hemen hepsinin hikâyesinde vatan hasreti, yabancı olma, yalnızlık ve uyum sorunları ile karşılaşırız.” (Adıgüzel, 2008, s.21) Küçük <g> , ilerleyen yaşlarda Almanya’ya siyasi sebeplerle gitmiş, bu notlarını Türkiye’deki bir bakkala göndermiştir. Bu notları genç bir yazar adayı araştırıp bulur. Romanın başında Sandor Marai’ye ait olan şu epigraf, romanın içeriği hakkında okura bazı şeyleri sezdirir: “İnsan, kelimelere bağımlı olarak yaşamaya adamışsa kendini, anadilinden başka vatan yoktur ona.”
Küçük <g>’nin görüştüğü göçmenlerin profili her yaştan her meslekten Türk’ün Berlin’de bulunduğunu göstermektedir. Romandaki kahramanların çoğu eğitimli, sanatla uğraşan, siyasi eğilimleri olan kişilerdir. Ressam Burak, şair Arpat, sendikacı İzzet, tiyatrocu Meriç, mimar Ayhan, radyo muhabiri Gürel Bey, doktor Selma ve Muzaffer gibi ya Türkiye’de ya da Almanya’da eğitim almış kişilerdir. Bunlar genellikle Almanların yabancılara karşı tutumlarını beğenmezler. Ancak göçmen Türklerin de köylülüğü bırakamadığından, evrensel olana yaklaşamadığından şikâyet ederler. Örneğin tiyatrocu Meriç, Türk çocuklara Türkçe tiyatro oynatmaktadır. Ancak yine de ailelerin yeterli desteğini alamaz ve Türkleri cahillikle, kıskançlıkla suçlar. Kahramanlar Türkçenin içinden, Türkiye’den çıkıp gelmiş bir avuç aydın kişi olarak, lokantada sosyalleşirler ve diğer Türklerle aralarında mesafe vardır. Bu da onların göçmenliğinin trajik yönünü daha da artırır. Bir diğer ortak özellikleri ise Türkiye ve Türkçe özlemidir. Bazıları siyasi sebeplerle vatandaşlıktan da çıkarılmış bu aydınların düşüncelerini Stutgart’da mimarlık okumuş Ayhan şu şekilde özetler: “Gideceğim… Alacaklarımı toplayayım şu dört beş ay içinde… Öylesine canım çekiyor ki yanımda

144[
/size]
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:53

yöremde çocuklar koşusun, bağrışsın… Haz duyduklarım, sevdiklerim yanımda yöremde; yaşlısı genci… Tanıyan tanımayan Merhaba! Desinler bana…” (Dal, 2003, s.130)
Güney Dal, gerek toplumcu gerçekçi gerekse postmodern anlayışla yazdığı eserlerinde Almanya’da bir göçmen olarak yaşamanın zorlukları üzerinde durmuştur. Eserlerine genel olarak bakıldığında uyum sorunlarında tek taraflı davranmamış, Almanları yabancılara ön yargılı davranmakla suçlarken, özellikle Türk işçileri de Almanya’daki modern yaşama uygun davranmadıkları için eleştirmiştir. Bazı romanlarda ise işçilerin dışında Almanya’da yaşayan eğitimli göçmenleri anlatmıştır. Bunlar hem Almanlarla hem de Türk işçilerle iyi geçinememeleri yönüyle öne çıkar. Bütün romanlarda memleket ve dil hasreti, bir gün Türkiye’ye dönme isteği, sonraki kuşaklardaki kimlik sorunları, değerler çatışması ve önceki kuşakla aralarındaki yaşar tarzı farkları öne çıkar.
Kaynakça

Adıgüzel, A. (2008). Göçmen Edebiyatı Bağlamında Güney Dal ve Zafer Şenocak: Küçük “g” Adında Biri ve Tehlikeli Akrabalık Romanlarının İçerik Bakımından Karşılaştırılması. Yayımlanmamış YL Tezi. Yeditepe Üniv, Sosyal Bilimler Enstitüsü. İstanbul.
Dal, G. (1988). Kılları Yolunmuş Maymun. İstanbul: İnter Yayıncılık. Dal, G. (2003). Küçük <g> Adında Biri. İstanbul: Dünya Kitapları.
Dal, G. (2005). Aşk ve Boks Ya da Sabri Mahir’in Ring Kıyısı Akşamları. İstanbul:
Dünya Kitapları.
Dal, G. (2016). Fabrika’da Bir Saraylı. İstanbul: Eksik Parça Yayınları. Dal, G. (1976). İş Sürgünleri. İstanbul: Karacan Yayınları.
Dal, G. (1979). E. İstanbul: Milliyet Yayınları.
Ecevit, Y. (2001). “Almanya’da Yaşayıp Türkçe Yazan Bir Yazar: Güney Dal”. Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı Türkler. Yay.Haz: Mahmut Karakuş, Nilüfer Kuruyazıcı. Ankara: Kültür Bakanlığı.
145
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:56

Bölüm 11. Alfabeden Alfabeye Zorunlu Göç: Türk Edebiyatında Bir “Sözde Transkripsiyon” Vakası

Fırat Caner1
Giriş: Transkripsiyon ve Harf Devrimi
Türkiye’de Osmanlı alfabesinin değiştirilmesine ilişkin tartışmalar bu değişikliği uygulamaya koyan 1928 tarihli yasanın çıkartılmasından çok uzun süre önce başladı. Tartışmalar özellikle 1923-1928 tarihleri arasında yoğun bir şekilde devam etti (Korkmaz, 2009, s. 1974). Latin alfabesinin kabulünü uygun görenler olduğu gibi, böyle bir değişikliğe karşı çıkanlar da vardı. Latin harflerinin kabulünü savunanlar, nüfusun önemli bir kısmının okuma yazma bilmeyişi ve Latin harflerinin eski alfabeye kıyasla daha kolay öğrenilebildiği vb. savları öne çıkarttı (Ülkütaşır, 1998, s. 48). Bu köklü değişikliğe karşı çıkanlarsa, böyle bir değişikliğin mevcut yazılı kültür birikimiyle okur- yazar kesim arasındaki bağın kopmasına sebep olacağı vb. savları kullandı. Örneğin Kâzım Karabekir 5 Mart 1923 tarihli Ulus gazetesinde “Latin Harflerini Kabul Etmeyiz” başlıklı bir yazı yazdı ve böyle bir değişikliği “felâket” olarak nitelendirdi:
Bu kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihimiz ve binlerce cild âsarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu harfleri kabul ettiğimiz gün, en büyük felâkete derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak (Ülkütaşır, 1998, s. 43).
Nihayet 1 Kasım 1928 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinden Türkiye Cumhuriyetinde Osmanlı alfabesinin yerine Latin alfabesinin kullanılması yönünde bir yasa çıktı ve söz konusu yasa 3 Kasım 1928’de Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasa, “Türk İnkılâbı” olarak bilinen, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu takiben, hem Osmanlı devlet sisteminin yerine Batılı bir sistemi getirmek hem de dönemin siyasî ve sosyokültürel ihtiyaçlarına uygun bir altyapı oluşturmak amacıyla gerçekleştirilen köklü yasal ve kurumsal değişiklikler silsilesinin bir adımıydı ve liretatüre “harf devrimi” veya “alfabe devrimi” olarak geçti.
Böylece, daha önceki tarihlerde Avrupalıların, Batı Türkçesini öğretmek gibi amaçlarla yaptığı Osmanlı alfabesiyle yazılmış metinlerin transkripsiyonu, alfabe devriminden sonra Türkiye’de de -eski alfabeyi bilmeyen nesillerin eski metinleri okuyabilmesi için- bir ihtiyaç hâline geldi. Eski alfabeyle yazılmış metinlerdeki dil ile yeni alfabeyle yazılmış metinlerdeki dil aynı dildi; dolayısıyla söz konusu olan dil aktarımı (Translation) değil, bir harf aktarımıydı (Transliteration). Ancak burada söz konusu olan transkripsiyon daha önce örneği görülmemiş türden bir transkripsiyondu: Amaç yazılı bir metnin nasıl seslendirileceğini tespit etmekten ziyade, o metni, metnin yazıldığı dili bilen ancak alfabesini tanımayan kişiler için okunabilir, dolayısıyla anlaşılabilir kılmaktı.
Bir metnin hangi alfabe ile yazılı olduğu, o metnin erişilebilirliği bakımından büyük önem taşır. Metnin yazılı olduğu alfabeyi bilmeyenler için, dil anadili bile olsa metin erişilmezdir. Örneğin, Türk Dili ve Edebiyatı araştırmacıları 1851’de ve Türkçe yazılmış olmasına rağmen 1991’de Andreas Tietse Latin harfleriyle yayımlayana kadar Akabi Hikâyesi’nden haberdar değildi. Ermeni alfabesiyle Türkçe yazılmış pek çok



1 Yrd. Doç. Dr. Karadeniz Teknik Üniversitesi, firatcaner@yahoo.com

147
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 08:59

eserin transkripsiyonu bu tarihten sonra yapılmaya başlandı. Benzer şekilde, Türkçe fakat Osmanlı alfabesi ile yazılmış metinler, o alfabeyi tanımayan nesiller için erişilmezdi.
Bu erişilmezlik hem erişilebilirliği sağlamak için transkripsiyonu gerekli hem de teorik olarak literatürde var olmayan bir türü imkânlı hâle getirdi: Sözde transkripsiyon metinler. Sözde transkripsiyon metinler, bir dilde ve bir alfabe ile yazıldığı iddia edilen, ama aslında var olmayan bir metnin, yine aynı dilde fakat bir başka alfabede yayımlanmış metinleridir. Bu sayede, alfabe değişikliği yaşamış ve dolayısıyla tarihte anadilinde fakat başka bir alfabeyle yazılmış metinlerle entelektüel bağı zayıflamış bir toplumda, bir yazar, kendi yazdığı (veya hayattaki başka birine ait) bir metni geçmişte yaşamış, kendisiyle aynı dilde, fakat başka bir alfabe ile yazan birine atfetme imkânı bulur.
Böyle bir vaka, 1940lı yılların Türkiye’sinde gerçekleşti. Bir tarihçi olan İsmail Hami Dânişmend, eşi Nazan Hanım’ın şiirlerini -bir Selçuklu ya da Osmanlı şairi olduğu iddia edilen- Rabia Hatun’un şiirleriymiş gibi yayımladı ve sözlü kültürde yaygınlaşan bu iddialara hiçbir müdahalede bulunmadı. Mevcudiyeti iddia edilen kaynak metnin yazıldığı dilin, bir yabancı dil değil Türklerin günlük yaşamda kullandığı dil olması sebebiyle bu vaka bir sözde çeviri vakası değildi.
Sözde çeviriler, çeviriymiş gibi takdim edilen, buna karşılık aslında mevcut bir metnin çevirisi olmayan metinlerdir; aslen kendisini mütercim olarak gösteren kişiye aittirler. Çevirinin kültürdeki konumunu iyi kavrayan bazı kişiler bundan faydalanmak üzere çeviriymiş gibi sunmak üzere metin yazarlar. Bu metinler bir kaynak metinle örtüşmeyen, hiçbir aktarma işlemine ya da çeviri ilişkisine sahip olmayan sözde ya da uydurma çevirilerdir. Edebiyat tarihinde sözde çevirilerin, bir araştırma sahası teşkil edebilecek sayıda örneği bulunur. Horace Walpole’nin ilk gotik roman kabul edilen, William Marshal’ın İtalyancadan İngilizceye çevirdiği bir metinmiş gibi gösterdiği Otranto Kalesi (1765) adlı eseri, Karen Blixen’in Fransızca bir metnin Dancaya çevirisi olarak sunduğu Melek Yüzlü İntikamcılar (Angelic Avengers) (1944) adlı romanı bu tür metinlere, Emily Apter’ın “Translation with No Original: Scandals of Textual Reproduction” başlıklı makalesi ve Olaf du pont’un “Robert Graves’s Claudian Novels: A Case of Pseudotranslation” başlıklı makaleleri de kaynak metni var olmayan çevirilerle, yani sözde çevirilerle ilgili araştırmalara örnek gösterilebilir (Toury, 1995, s. 40-42).
Rabia Hatun vakası ise sözde çeviri vakalarına benzeyen, ancak “sözde çeviri” terimi ile açıklanması mümkün olmayan, yalnızca kullanılmakta olan alfabenin terk edildiği bir kültürde örneği görülebilecek türde bir “sözde transliterasyon” hadisesiydi. Çünkü şiirler, Latin alfabesiyle yayımlanan bir dergide, bir tarihçi tarafından, eline geçen bazı yazmalarda bulundukları iddiası ile yayımlanmışlardı.
Rabia Hatun Vakası
Rabia Hatun’un şiirleri (Batur, 2000a) 1930’lu yıllarda dillerde dolaşmaya başlamıştı. Tarihçi İsmâil Hâmi Dânişmend’in dönemin edebiyat ortamına tanıttığı ve kesin olarak bilinmeyen bir sebeple bir XVI. yüzyıl Osmanlı şairi olduğu zannı ve dedikodusu edebiyat ortamında çok kısa sürede yaygınlaşan Rabia Hatun’un şiirleri, Peyami Safa’nın bazı fıkralarında daha o yıllarda bahis konusu olmuştu bile. Örneğin Nihat Sami Banarlı, 12 ve 21 Haziran 1948 tarihli Hürriyet gazetelerinde Rabia Hatun’un bir XIII. yüzyıl şairi olduğu iddia edilen Erzurumlu Bilginler adlı kitabı eleştirmek

148
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Cevapla

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 6 misafir