Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Girit İle ilgili Akademik Yayınlar
Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 09:55

Hirschon, (Çev.) Müfide Pekin-Ertuğ Altınay, 2. Baskı, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi, ss.161-184.
Öksüz, H. (2016). Yirminci Yüzyılda Türkiye ve Balkanlar. Trabzon: Serander.
Öksüz, H. (2006). “Yunanistan’dan Gelen Göçmenlerin Bafra’ya İntibakı”. Batı Trakya
Türkleri( Makaleler), Çorum: Karam, ss.85-94.
Öksüz H. ve Köksal Ü. (2004). “Emigration From Yugoslavia To Turkey (1923-1960)”. Turkish Review of Balkan Studies. (Ed.) Güner Öztek, İstanbul: Doğan, ss. 145- 176.
Önder, S. (1990). Balkan Devletleriyle Türkiye Arasındaki Nüfus Mübadelesi (1912- 1930). (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara Üniversitesi/Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Eskişehir.
Özgür Baklacıoğlu, N. (2010). Dış Politika ve Göç: Yugoslavya’dan Türkiye’ye
Göçlerde Arnavutlar (1920-1990). İstanbul: Derin.
Özkan, A. (2015). Mübadelenin Edirne Vilayeti Uygulaması ve Sosyo-Ekonomik Etkileri. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Marmara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Özkan, S. (2010). Milli Devlet Olma Sürecinde Mübadele ve Niğde’ye Yapılan İskân.
Konya: Kömen.
Özsoy, İ. (2017). “Tekirdağ ve Selanik’in Yas Kardeşliği”. Uluslararası Mübadele Sempozyumu ve Mübadelenin 94. Yılı Anma Etkinlikleri (30 Ocak-1 Şubat 2017). (Ed.) Kemal Arı. Tekirdağ: Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi, ss.523- 541.
Pala Güzel, Ş. (2009) “Zaman ve Anlatı Ekseninde Bellek ve Mübadele”.
Folklor/Edebiyat, 15(60), ss. 25-44.
Seçkin, S. (2013). Atatürk Döneminde Konut ve Yerleşme: Mübadele Yerleşimleri. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Mimar Sinan Üniversitesi/Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.
Sepetçioğlu, T. E. (2007). Cumhuriyetin İlk Yıllarında Girit’ten Söke’ye Mübadele
Öyküleri.(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Adnan Menderes
Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Aydın.
Sepetçioğlu, T. E. (2010). “Türkiye’de Ana Dili Türkçe Olmayan Göçmen Topluluklara
Yaklaşıma Dair Bir Örnek: Girit Göçmenleri”. ÇTTAD, 9 (20-21), ss.77-108.
Soysal, İ. (1983). Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları (1920-1945). Cilt 1, Ankara: Türk
Tarih Kurumu.
Suda Güler, E. Z. (2012). “Sözlü Tarih Anlatılarında Çanakkale Merkeze Girit’ten Göçler: Giritli, Başı Bitli…”. Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 11(13), ss.43-58.
Taşdemir, S. (2017). “Mübadele Kentlerinden Ayvalık’ta 1924-1927 Yılları Arası Sosyo-Ekonomik Yapılanma ve Kültürel Hayat”. Uluslararası Mübadele Sempozyumu ve Mübadelenin 94. Yılı Anma Etkinlikleri (30 Ocak-1 Şubat 2017). (Ed.) Kemal Arı. Tekirdağ: Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi, ss.417
-436.
Tevfik, İ. (2017). İnsan ve Mekân Yüzüyle Mübadele- 1923’ten Bugüne Zorunlu Göç.
3. Baskı. İstanbul: İnkılap.
Turan, G. (2008). Mübadelede Ayvalık. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Dokuz
Eylül Üniversitesi/ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, İzmir.
Turan, Z. (2012). “Geçmişten Günümüze Makedonya Türklerinin Evlenme Düğünü
Gelenekleri”. Balkan Harbinin 100. Yılı Hatırasına, III. Uluslararası

213
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 09:55

Göç Konferansı 2017 - Seçilmiş Bildiriler

Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu Bildirileri (10-12 Mayıs 2012), II. Cilt,
(Yay. Haz.) Ünal Şenel. Manisa: Celal Bayar Üniversitesi, ss.322-330.
Yıldırım, O. (2006). Diplomasi ve Göç: Türk Yunan Mübadelesinin Öteki Yüzü. İstanbul: Bilgi Üniversitesi.

214
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 09:58

Bölüm 17. Cengiz Dağcı’nın Romanlarında Sürgün Teması

Hülya Bayrak Akyıldız1

1919’da Kırım’ın Yalta şehrinin Gurzuf köyünde doğan Cengiz Dağcı, ömrünü Kırım Tatarlarının uğradıkları sürgün ve haksızlıkları anlatmaya, onların unutturulmaya çalışılan tarihlerini yazmaya adadı. Eserlerinde sıkça sürgün, yurt hasreti, kimliksizleştirme temalarını ele aldı. Toprağı kimliğin temeline yerleştiren Dağcı, halkının Kırım topraklarından çıkarılmasını bütün insani ve trajik yanlarıyla anlattı. O Topraklar Bizimdi, Dağcı için yalnızca bir roman adı değildi, o, göç ve istihkam politikalarıyla demografisi değiştirilen Kırım’ın gerçekte kime ait olduğunu tarihe not düşmek istemişti.
Dağcı altmış yıl yurdundan uzak kaldı. Bu süre içerisinde yazdığı eserlerin büyük çoğunluğu Kırım hakkındadır. Yurdunu Kaybeden Adam (1957), Onlar da
İnsandı (1958), O Topraklar Bizimdi (1966), Badem Dalına Asılı
Bebekler (1970), Üşüyen Sokak (1972), Kırım hakkındaki eserlerinden birkaçıdır. Kırım Tatarlarının sürgünü onun hayatındaki kırılma noktalarından biridir. Yüzbinlerce Kırım Tatarı tarafından paylaşılan bu kader, eserlerinde sürgün temasının baskınlığını açıklar.
Bu bildiri, yazarın Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, O Topraklar Bizimdi ve Badem Dalına Asılı Bebekler adlı romanlarında sürgün temasının ele alınış biçimlerini değerlendirecektir.
18 Mayıs 1944 Kırım Tatar Sürgünü
1917 devriminin ardından Kırım’da önceleri özerk bir yönetim ve özgür bir dönem yaşanır. Dağcı’nın anılarında anlattığına göre, 1926-1929 yılları arasında yürütülen Yeni Ekonomi Politikası dönemi Kızıltaşlıların hayatındaki en güzel dönem olur. Ancak bu güzel dönem uzun sürmez. Kırım Türkleri 1929 yılının sonlarında ilk sürgünle karşılaşırlar. 1929 yılı ile birlikte Sovyetlerde NEP (yeni ekonomi politikaları) son bulur ve köylerin tamamında kolhozlaştırma çalışmaları başlar. Bundan böyle bütün topraklar devlete devredilmiş, kendi toprağında çalışan köylüler devlet adına çalışmaya başlamıştır. 1931-32 yıllarında Kızıltaş’ta kolhoz rejimi kurulur. Kolhoz rejimine tepki gösterenler özellikle kolhozlaşmanın ilk yıllarında Kızıltaş’tan çıkarılır ve bir daha da buraya dönemezler. Cengiz Dağcı’nın babası da 1931 yılında tutuklanır, üç ay Akmescit hapishanesinde tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılsa da Kızıltaş’a bir daha dönemez.
1921-1929 yılları arasında Kırım Türklerinin hayatında ekonomik, kültürel ve sosyal anlamda iyileşmeler olsa da 1929 sonrasında sudan sebeplerle kırk bin Kırım Türkü Ural bölgesine sürülmüş̧, 1933-1938 yılları arasında Kırım Türklerinin önde gelen aydınları yok edilmiştir. Kırım’ın Almanlar tarafından işgali ve bu işgal sonrasında Almanların yenilerek Kırım’dan çekilmelerinin ardından 18 Mayıs 1944 tarihinde yüzbinlerce Kırım Türk’ü zorla vatanlarından koparılarak bilmedikleri topraklara sürgün edilmişlerdir (Kocakaplan 2010, s. 17-18).
Bu göç ve sürgünler son derece gayrıinsani şartlarda gerçekleştirilmiştir:
18 Mayıs günü bütün Tatarları kamyonlar ve arabalarla istasyonlara taşıyıp kapalı hayvan ve eşya vagonlarına tıktılar ve kapılarını kilitlediler. Bunu yaparken suçlu


1 Anadolu Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
215
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 09:59

suçsuz, kadın ihtiyar, genç, çocuk ayırmadılar. Ama aileleri parçaladılar, çocukları ana ve babalardan, eşleri birbirinden ayırdılar. Feryat ve figan içinde, dipçik ve jop darbeleri altında hepsini meçhul yerlere sürdüler. Yanlarına ancak iç çamaşır ve birer örtü ve birer günlük yiyecek almalarına izin verdiler (Ülküsal 1980, s. 313).
Dağcı’nın çocukluğundan itibaren tanık olduğu bütün bu trajik olaylar romanlarında karşımıza çıkar. Dağcı bunları hem bizzat yaşamış olmanın gerçekliğiyle hem bu acıları yazmanın, kaydetmenin, duyurmanın, tarihe not düşmenin sorumluluğuyla olayları bütün canlılığıyla ve trajedisiyle anlatır.
Emel Kırım Vakfı adına araştırmalar yapan Bülen Tanatar 1944 sürgününü satırbaşlarıyla şöyle özetler:
1944 Nisan ayından itibaren Almanlar apar topar Kırım’dan çıkarlarken Sovyet birlikleri kuzeyden Perekop (Orkapu) üzerinden, doğudan da Kerç üzerinden Kırım’a girer. Stalin’in başkanlığındaki ve Molotov, Kaganoviç, Voroşilov vb. dışında Beriya’nın da üyesi bulunduğu Devlet Savunma Komitesi (GKO) 11 Mayıs’ta Kırım Tatar halkının Sovyetler Birliği’ne ihanet ettiklerini öne sürer ve Özbekistan’a sürülerek cezalandırılmalarını karara bağlar (5859ss sayılı kararname). Bunun üzerine Mayıs başından itibaren Tatarlarla meskûn mahallerde gizlice bir sayım gerçekleştirilir.18 Mayıs günü tan ağarırken Kırım’daki önceden saptanmış bütün Tatar evlerine sayıları on binleri bulan İçişleri Bakanlığı Devlet Güvenlik Bakanlığına bağlı birlikler baskın yapar. Bunlar kısa bir süre önce Kuzey Kafkasya’da Balkarların, Karaçayların, Çeçenlerin, İnguşların ve Kumukların sürgün edilme operasyonlarını yürütmüş tecrübeli birliklerdir. Sürgün edilecek halka hazırlanmaları için kendilerine 15 dakika verilir. Yanlarına ancak en acil ihtiyaçlarını karşılayacak eşyalarını alabileceklerdir.
Sağlıklı aktif erkek nüfus silah altında olduğundan sürgüne yollananlar kadınlar, çocuklar ve yaşlılardır. Güvenilir olmayan resmî istatistiklere göre Kırım’dan sürülen Tatarların sayısı 191.000 (Kırım Tatar aktivistleri daha sonra bu rakamı 238.000 olarak düzeltirler) civarındadır. Kırım dışında yaşayan ve askerlik hizmetinde olanlar bu sayının dışındadır. Ordudan terhis edilen sağlıklı erkekler kalan askerlik süreleri dikkate alınarak önce Emek Ordusu’na (karın tokluğuna ağır bayındırlık işlerinde çalıştırıldıkları amele taburları), sürgüne yollanırlar. Köylerde uygun bir mevkide toplanan sürgün kafileleri akşamüstü at arabalarıyla en yakın tren istasyonlarına götürülürler. Burada kendilerini bekleyen yük trenlerine bindirilerek Orta Asya’ya ve Urallara gönderilirler. Üç gün içinde 183,155 kişi çoğunluğu Özbekistan’a olmak üzere trenlerle yola çıkarılır. Diğerleri Kazakistan’a, Mari Özerk Cumhuriyeti’ne, Rusya’nın Kostroma şehrine, Moskova Bölgesi’nde bulunan Mosugol (Moskova Kömür Fabrikası) yönlendirilir. Ayrıca 11,000 askerlik çağına gelmiş kişi de Emek Ordusuna yollanır. Özel yerleşimci adıyla yurttaşlık haklarından mahrum olarak bir sıkı asker rejimi altında karın tokluğuna çalışmak üzere çeşitli kolhoz ve fabrikalara dağıtılırlar. Komünistler, partizanlar, Sovyetler Birliği kahramanı madalyası sahipleri (savaş pilotu Ahmet-Han Sultan gibi bu madalyayı iki kez alanların ailesi ya da Mustafa Selimov gibi partizan hareketi liderleri dahi) de sürgünden kaçamazlar.
Sürgünler daha yolda kırılmaya başlarlar. Hijyenik olmayan şartlardaki tren yolculuğu sırasında hastalık, açlık ve susuzluktan ölürler. Bu durum sürgün yerlerine vardıktan sonra da uzun bir süre boyunca devam eder. Sürgünler en güçsüz oldukları anda hiç de alışık olmadıkları şartlara maruz bırakılmışlardır. Resmî bilgilere göre, yolculuk sırasında ölenler hariç, sürgünün ilk yılında ölenler 45,000 gibi yüksek bir

216
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 10:12

sayıya ulaşmıştır. İleriki yıllarda bizzat Tatar ileri gelenlerinin bire bir görüşme usulüyle yaptıkları bir araştırmaya göre ise 1 Temmuz 1944 ile 31 Aralık 1946 arasında ölen Kırım Tatar sayısı 110,000’i bulmaktadır (nüfusun % 46,2’si) (Tanatar, 2017).
Sürgün, Dağcı’nın hayatının akışını değiştirmiş ve yazı serüvenini biçimlendirmiştir. Romanlarında çocukluktan yetişkinliğe uzanan anlatıcılar bu konuyu farklı bakış açılarından yansıtır, sonuçlarını ortaya koyarlar.
Dağcı’nın Eserlerinde Kimlik ve Toprak
Sürgünün en çarpıcı ve belirgin tarafı toprağından ayrı kalmaktır. Buna bağlı olarak sürgün dilinden ve kültüründen uzakta kalacaktır. Toprak kültür açısından sıradan bir kurucu parça olarak değerlendirilemez. Hemen bütün kültürlerde ve çağlarda toprak ve kimlik arasında özel bir bağ kurulduğu görülebilir.
Viroli’ye göre, modern yurtseverlik dili antik çağların mirası üzerine kurulur; antik yurtseverlik dinsel bir duygudur ve ülke sözü terra patria’yı (baba yurdu/ata yurdu) vurgular. Her kişinin ata yurdu o kişinin yöresel ya da milli dininin kutsal gördüğü toprak parçası, atalarından arta kalanların barındığı, ruhlarının dolaştığı yurttur. O kişinin küçük ata yurdu mezarıyla ve ocağıyla aile çevresidir; büyük ata yurdu, prytaneum’u ve kahramanlarıyla, dinle sınırları çizilen kutsal çevresi ve toprak parçasıyla şehirdir. Ata yurdu tanrıların ve ataların oturduğu ve tapınmayla kutsanan kutsal bir topraktır (Viroli 1995, s. 29 akt. Çonoğlu, 2016).
Toprak yalnızca modern anlamdaki millet kimliğinin bir parçası değildir. Yerel ve bölgesel kimlik, modern öncesi devirlerde de yaygınlık gösterir. Anthony D. Smith (1994), Milli Kimlik adlı kitabında milli kimliğin unsurlarını ortaya koyarken gerek millet kavramında gerekse ona temel olduğunu öne sürdüğü etni kavramının oluşumunda toprağa özel bir önem atfeder. Milli kimlikle kastedilen şeyin zayıf da olsa bir siyasi topluluğu gerektirdiğini; aynı zamanda topluluk üyelerinin özdeşim kuracağı, kendini ait hissedeceği bir toplumsal mekân, az çok hatları kesin ve sınırlanmış olan bir toprak parçasını da akla getirdiğini söyler. Ona göre millet, tarihi bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlesel bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve ödevleri paylaşan insan topluluğunun adıdır.
Millet, bir etnide olduğu gibi tanım gereği ortak mitleri ve anıları olan bir topluluktur. Ancak etnide bir ülke ile olan bağ sadece tarihi ve sembolik olarak kalabilirken millette bu bağ fiziki ve fiilidir. Milletlerin ülkeleri vardır (Smith, 1994, s. 71).
Yurt kavramı hem sivil hem de etnik/doğalcı milliyetçilik için ortak bir kurucu unsurdur çünkü sivil milliyetçilik için öncelikle üzerinde yaşanan, sınırları çizilmiş ve belli bir siyasi otoritenin ve yasa ve kurumların hâkim olduğu bir toprak parçası şarttır. Etnik kimliğin oluşumunda da varsayılan ortak soyun geldiği, milli ruhun doğduğu, beslendiği bir simgesel alan olarak görülür.
Smith’e göre özel bir “yurt”la bağ, etnik bir topluluğun altı ana niteliğinden biridir. Özel bir yurda bağlılık mitik ve özneldir. Etnik ayniyet açısından önemli olan bir toprak parçasında ikamet etmek veya onun sahibi olmaktan ziyade bu tür sevgi ve bağlılıklardır. Ait olduğumuz yerdir orası. Atalarımızın, kanun koyucularımızın, krallarımızın, azizlerimizin, şairlerimizin ve din adamlarımızın anayurdumuz haline getirdikleri genellikle kutsal bir topraktır aynı zamanda. O bize ait olduğu kadar biz de ona aitizdir. Ayrıca yurt içinde bulunan kutsal mekânlar etni mensuplarını kendine çeker veya uzak diyarlarda sürgünde olduklarında bile ilham kaynakları olmayı sürdürür. O yüzden bir etni, yurdundan uzun zaman ayrı düştüğünde bile yoğun bir nostalji ve ruhsal

217
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 10:14

bağlılık yoluyla varlığını sürdürebilir. Yahudiler ve Ermeniler gibi diaspora topluluklarının kaderi tam da budur (Smith, 1994, s. 42-43). Dağcı’da da bu durumu görürüz, önce el konulan sonra da zorunlu olarak ayrıldığı ve dönemediği bu yurt, - Smith’in ortaya koyduğu anlamdaki- etnik kimliği ya da milleti oluşturan herhangi bir unsur olmaktan çıkar ve diğerlerinin önüne geçer. Diyebiliriz ki Cengiz Dağcı’da millet ve milliyetçilik kavramları iki temel kavrama dayanır: dil ve yurt. Dağcı’nın yazı hayatı da dolayısıyla bu iki kavramın dışavurumudur.
Cengiz Dağcı, eserlerinde, Kırım Türklerinin yaşadığı trajediyi, Kırım’dan ayrı düşmenin acısını ve yalnızlığını, anıların mekânı olan vatan toprağına bağlanarak anlatmaya çalışır (Şahin, 1996, s. 50). Romanlarında toprağa bağlı/toprak çevresinde şekillenen bir hayatı öne çıkardığı/önemsediği görülen Cengiz Dağcı, toprağı onun üstündekilerle, onun hafızasıyla birlikte düşünür. Yazara göre toprak, milleti millet yapan bütün erdemlerin gelişmesini sağlayan canlı bir organizmadır. Bu nedenle toprağın işgali ve toprağından sürülme onun eserlerinde trajik ve canlı temalar olarak göze çarpar.
Anneme Mektuplar’da vatanına duyduğu bağlılığı şu sözlerle ifade eder:
“Bir aşk kaynağı oldu Kızıltaş benim için; dumura uğramayan, hayatıma gerçek bir değer ve anlam veren bir kaynak. Doğrusu bu kaynaktan hiç kopmadım ben. Hayatımda aşk, üzüntü ve mutluluklarla birlikte bütün varlığımı oluşturuyor Kızıltaş. (…) Ben insansız tabiatı gördüm ve irkildim. Tabiat dediğin tam güzelliğini, yaşayan, canlı varlıkların sıcaklığı ve yumuşaklığıyla yansıtabilir ancak. Bak hele, sen de görebiliyor musun bilmiyorum ama ben görüyorum: Pilibaşı’nın ötesindeki bağın üzümlerle yüklü asmaları üstünde Saniye yatıyor (…) ve saçlarının altın sarısı yansılarında Ayı Dağ gülüyor, Soğuksu gülüyor; Çora Batırlar, Alim Aydamaklar gülüyorlar; hâlâ sürgün yerlerinde Tatar anaları, öksüz kalmış Karaim ve Kırımçak çocukları gülüyorlar. Özbekistan’ın pamuk tarlalarında; Kızıltaş’ın beş bin kilometre uzağında gençler gülüyorlar. Kabil sokaklarında, ve gülerlerken, tarihlerini alınlarından sıyırıp yerine kendi elleriyle yeni bir alınyazısı yazıyorlar” (Dağcı, 2016, s. 19). Görüldüğü gibi Dağcı için toprak miras alınan hatıralardır, atalarının gömülü olduğu, emek verip bayırdırlaştırdığı, verimine sevinip kıtlığına üzüldükleri, hislerini, dünyaya bakışlarını biçimlendiren canlı bir varlıktır. Bu yüzden ondan ayrılmak bir bakıma kendi benliğinden ayrılmak gibidir.
Korkunç Yıllar’ın kahramanı Sadık Turan’ın hatıraları 1942’de vatanından ayrıldığı günden başlar. İstasyondan anne babası ve yakınları onu uğurlamaya gelmiştir:
…Tren son bir düdük daha çaldı, sonra lokomotifin bağrından fışkıran karar bir duman aramıza girerek bizi birbirimizden ayırdı. Kompartımanın penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım, baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri arasında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allah’ım, Allah’ın diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprak da ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursam olayım, ben yaşadıkça sen de bizimle beraber olacaksın… (2016, s. 15).
Dağcı, 1940 yılının son aylarında Akmescit Pedagoji Enstitüsünde öğrenciyken askere alınır. Odesa’da subay okuluna gönderilir, buradan da tank teğmeni olarak mezun olur. 1941 Temmuz’unda Alman kuvvetleriyle Ukrayna’da yapılan ilk çatışmalarda ise esir düşer. Almanlar onu Kirovograd’daki esir kampına gönderirler,

218
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 10:15

ardından da Uman Kampı’na. Bu esaret dönemi Dağcı’nın ilk romanı olarak yayımlanan “Korkunç Yıllar” adlı eserinde etkileyici bir dille anlatılır. Burada Dağcı’yı ayakta tutan şey yurt özlemi ve Kırım’a dönme azmi olmuştur. Dağcı’nın hatıralarını kaleme aldığı “Yansılar” isimli eserinde bu yolculuk şöyle verilir:
“Korkunç Yıllar’da sözünü ettiğim Uman Kampı, kampın az uzağındaki cehennem çukuru ve çukurun dibinde cıvık cıvık kaynaşan aç ve çıplak esirler bir gerçekti. Kaç kişiydik o kampta? Kimi yirmi bin, kimi kırk bin diyordu. Ortalama otuz bin idiysek, yirmi dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzumuz ölecektik; ve birimiz bilmiyorum kim, belki ben yalnızca birimiz, sağ kalıp, kendi yurduna, kendi ocağına, annesinin kendisini doğurmuş olduğu, anatoprağa dönecekti ve anatoprak üstünde hayat sonsuzlaşacaktı onun için.”
Kendisi de Almanların kurmuş olduğu Türkistan Lejyonunda savaşmış olan Dağcı, Rus emperyalizminden kurtulma umuduyla girdikleri bu yolda diğer soydaşları gibi büyük bedeller öder. Rusya yönetimi, Tatar halkını ihanetle suçlayarak topyekûn sürgün eder. Buna cevabı sanki karşısındaymış gibi gizli servis subayı Şişkof’la konuşan Sadık Turan verir:
Hey Şişkof, Şişkof! Düşman üniforması giyip Rusya’ya karşı silâha sarıldınız diyorsunuz. Düşmanımız asıl siz değil misiniz? Ömürlerinin son günlerini duayla, namazla geçirmek isteyen ihtiyarlarımızı, seksenlik ninelerimizi, hayvan
vagonlarına doldurup haftalarca pislik, sidik içinde Sibirya’ya taşıyanlar sizler değil miydiniz? Düşman üniforması diyorsunuz! 1932 yılının yazıydı. Kırım’ın kıyı köylerinde kan gövdeyi götürüyordu. Bağında, bahçesinde, bir avuç tarlasında çalışan babalarımızı sarhoş askerleriniz önlerine katmış, tüfeklerinin dipçikleriyle bellerine vura vura Yalta’ya sürüyorlardı. Hiç unutmam, o zamanlar daha on üç yaşlarında bir çocuktum. Babamla, gizlice, dağlardan geçip Yalta’ya gitmiştik. Uzaklardan, toprağından ayrılan millete gözlerimiz yaşararak bakıyorduk (2016, s. 252).
Yurdunu Kaybeden Adam’da sürgünü “Sibirya...Sibirya ölümden beter. Suçsuz günahsız insanları, bellerine dipçik vura vura, ellerinden, ocaklarından karlı buzlu yollara attıklarını ben kendi gözlerimle gördüm. Ana diyecek yaşa gelmemiş çocukları Sibirya ormanlarına sürdüklerini ben kendi gözlerimle gördüm,” sözleriyle anlatan Dağcı onca acıya yol açan savaş bittiğinde bile huzur bulamayan kahramanı Sadık Turan’ın gözünden yurdunu kaybetmenin trajedisini gözler önüne serer. Sadık Turan savaşın bitmesinin ardından özgür insanlar arasına karıştığı anda şunları düşünür:
Bitti. Esirlik yılları bitti artık. Ömrümde ilk defa hür hissediyorum kendimi. Hür insanların yaşadığı topraklardayım. Ölüm korkusu, işkence korkusu bıraktı yakamı. Yıllarca peşinde koştuğum hürriyete kavuştum, ama içim neden kapalı? Kendimi bildiğim anda kaybettiğim yaşama sevincine neden kavuşamadım yeniden? Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir manası kalmadığını şimdi anlıyorum. İçinde doğduğum, gülüp oynadığım yerlerde benim dilim konuşulmuyor artık. Bir zamanlar o topraklarda dilimi konuşan insanların ne olduklarını da bilmiyorum. Son fırtına ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz ve şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru yalpa vurup duruyoruz (1989, s. 290).
O Topraklar Bizimdi’de karşımıza bir Partizan ve Rus yanlısı olarak çıkan, sosyalist rejimin Kırımlılar içinde nihai kurtuluşu sağlayacağına inanan Selim, köyüne geri döndüğünde pek çok kişinin sürgüne gönderildiğini ya da öldürüldüğünü görür. Artık Ruslar için savaşmaktan vazgeçer ve köyüne döner:
219
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 10:16

“Okullar, ilim ve fen okulları kuruyorlarmış! Yeni yeni endüstri merkezleri kuruyorlarmış!... Ama öte yandan Tatarları Sibirya’ya sürüyorsunuz; kurşuna diziyorsunuz. Boşalmış köylere ve kurduğunuz o yeni binalara kendi Ruslarınızı Rusya’nın içlerinden getirip yerleştiriyorsunuz… Yüz yıl önce Kırım’da ne kadar Tatar vardı? Onlar neredeler?.. Birimizi komünist ediyorsunuz, başımızı okşuyorsunuz; öte yandan onumuzu kurşuna diziyorsunuz… Pis ellerinizle canımıza ruhlarımıza sokulup bütün varlığımızı kirletiyorsunuz…” (Dağcı, 2012, s. 421-422)
Kendisini arayan oğluyla karşılaştığında ona da köye dönmeyi teklif eder: “Gel köye dönelim, Alim…O köy bizim köyümüzdür. Bizim Çukurca’mızdır. Korkma. Öldüreceklerse de korkma. Ruslar Dede Cavit’i öldürdüler, değil mi? Ötekileri de öldürdüler değil mi? Korktu mu onlar?... Bazen ölmek yaşamaktan iyidir… Yaşamak için ev lazım, toprak lazım, ateş, su, ekmek lazım. Bunlar olmayınca ölmek daha iyi.” (Dağcı, 2012, s. 509)
Kolhozlaştırma ve sürgünü çocuk bakış açısıyla anlattığı romanı Badem Dalına Asılı Bebekler’in anlatıcısı Halûk’un babası şunları söyler:
“Bu ev bizim. Ata mirası toprağımız üzerine kurulu. Bu toprak bizim. Bizim olarak kalması şart. Bu toprağı kimseye veremeyiz. Topraksız biz, biz olmaktan çıkarız. İnsanlığımız beş paralık olur… Bu toprağın her karı yerinde bizim izlerimiz var. Bizim ellerimiz altında yeşerdi bu toprak… Bu Toprak, topraktan öte bir şey, canımız bizim.” (2015, s. 108)
Sarı Çömez, dokuz yaşındaki Halûk’a “Bizim en büyük kabahatimiz toprağa insan vermeyişimizdir,” der. Ona göre toprağını terk etmek ne şart altında olursa olsun kabul edilemez: “Biz bu topraklar üzerinde yaşadıkça insanız oğlum. Sağdan soldan haberler geliyor gene; toprağı elimizden alacaklarmış. Alacaklarsa canlarımızı alacaklar, toprağı değil. Sen az daha büyü hele; bu toprağın sırtını eşele, tarlaya gübre taşı, verimli yıllarda yüreğin sevinsin, verimsiz yıllarda yüreğin yansın, toprağa alın terini dök; sonra biri gelip sen bu topraklar üzerinde yaşamayacaksın; seni eline ayağına kelepçeler takıp uzak ve belirsiz yerlere süreceğiz desin, bakalım o zaman nasıl laf edersin” (2015, s.126)
Bu alıntıdan anlaşıldığı gibi Dağcı’ya göre toprak insanın içine, benliğine işlemiş bir şeydir, onun ruhuna karışmıştır. Ondan ayrı bir varlık, bir kimlik düşünülemez. Bu nedenle sürgünler, romanlarındaki kahramanlar Dağcı’nın kendisi gibi toprağından uzak olsa da onu hep içinde yaşatır. Anlatarak, söyleyerek, hayal ederek, özleyerek, inanarak toprakla ilişkisini devam ettirir. Badem Dalına Asılı Bebekler’de Halûk’un düşüncelerinde bu anlayışın izleri görülür:
“İçime bir eziklik çöktü badem dallarına bakarken. Kasımın sonu yaklaşıyor. Yarın gökyüzü kararır, doğu yeli eser soğuk. (…) Biz evlerimizde uyuruz. Ama evlerimiz tapınak içerisinde. Bilinmez. Yeşil üniformalılar tekme ve dipçikle kapımızı açarlar; gece demez, kış demez; bizi kamyonlara doldurup şehrin bir ucunda bekleyen, demirden sürgün trenlerimize götürürler. Kalır badem ağaçlarımız karlar altında. Kasımlar geçer, yeni Hıdrellezler gelir. Bademler çiçek açar. Yeni filizler fışkırır gövdeden. Ama kimse bakmaz, kimse anımsamaz badem ağaçlarını… Ben unutmayacağım ama size badem ağaçları! Ben usumda badem ağaçlarıyla örülü bir çevre çizeceğim. …üzüm bağlarımız ve mezarlıklarımız, Ayı Dağı’mız ve Soğuksu’yumuz; suyumuz, havamız, karamız, yaramız… her şeyimiz ve her şeyimizin ortasında ben, ben, sürgünü bin yıl süren bir Yahudi sabrıyla usumda çizdiğim bu çevre içinde durarak içimden:

220
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 10:17

Men bir saray yaptırdım tepesi daldan
Aytır da ağlarım.
Kimimiz maldan ayrıldı, kimimiz candan Aytır da ağlarım,
diye gözyaşlarımı içime içime akıtıp sessizce ağlayacağım” (2015, s. 217).
Badem Dalına Asılı Bebekler kamyonlara doldurulan Kızıltaşlıların sürgün edilmesiyle biter. İnsanlar “Elveda toprak!” diye bağırarak toprağa veda ederler gözyaşları içinde:
“Ve gözler yaşlı. Göğüsler dolu. Yürekler buruk.
Kamyonlar hareket ettikleri anda tüm göğüslerden ayrılık şarkısı kopuyor salkım salkım:
Yel eskende sallanır
Ağaç dalları.
Bizim için haram oldu
Kırım yolları…
Üzüm bağında tavşanlar, badem ağaçlarına asılı bebekler, müsadere edilmiş evler
ve bakımsız bostanlar onları uğurluyorlar. Bardak dolu su mudur?
Sibir yolu bu mudur? Ah, Allah’ın zalimi Yapacağın bu mudur?
Evlerin avlularında ak keçiler şaşkın. Son dualar okundu. Cenaze alayı uzaklaştı, uzaklaştı, açılmadı mezarlığın demir parmaklıklı kapısı.
Aytır da ağlarım” (2015, s. 271-272).
Dağcı ve halkı anılarında gözlerini kapattığında döndüğünü söylediği yurdundan işte böyle kopar. Sürgün ve yol açtığı acılar bir daha silinmemek üzere benliğine kazınır.
Milletin oluşumunu ister vatandaşlığa dayalı (sivil) olarak açıklasın, ister soyağacını temel alsın, millet ve milliyetçilik kuramlarında tarih önemli bir yer tutar. Milletlerin oluşumunda ve milli kimliklerin değişiminde ortak tarih, ortak anılar, büyük travmalar, paylaşılan ortak acılar çok büyük önem taşır. Kırım Tatar kimliğinin de yurtlarından sürülmeleriyle birlikte bir travmayla karşılaşarak dönüştüğü düşünülebilir. Dünyanın dört bir yanına da dağılmış olsalar da onları ruhsal olarak bir arada tutan bir “ortak anı”dır bu. Bu da millete duyulan bağlılığın diğer değer ve inançların önüne geçmesine yol açabilir. Dağcı’nın kendisi gibi romanlarındaki kimi karakterlerin -örneğin sosyalist rejim yanlısı ve partizanken sonradan milliyetçileşen Selim’in- durumu da budur. Sonuç
Dağcı, Rus emperyalizminin derin hasarlar verdiği bir toplumun içinden gelir. 21 yaşında ayrıldığı yurdunu bir daha göremez ve oradan ayrı geçirdiği altmış yıla rağmen, yazdıklarının büyük çoğunluğunda “gözlerini kapattığında döndüğü” Kırım’ı anlatır. Romanlarında önemli bir yer tutan sürgünün gerekçelerini, gerçekleştiği politik koşulları karşı fikirler ortaya koyarak her yönüyle ele alır ve sonuçlarını gözler önüne serer. Bireysel ve toplumsal kimliğin birbirine bağlılığını vurgular. Eserlerinde yurdunu kaybetmeyle altı çizilen bir toprağa bağlılık ve toprağa bağlı kültürel hafıza fikri vardır. Bu toprağa bağlılık ve ondan uzak düşmüş olma, onun için kimliğin temel unsurudur. Hatırlama, anlatma ve yazma ile bu bağını dil üzerinden sürdürür. Benlik ve yurt birbirinden ayrılamaz kavramlardır onun için, zira benlik kavramı yurttan doğar. Benlik
221


Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: Göç Konferansı 2017 Seçilmiş Bildiriler

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 18 Kas 2019, 10:18

atalarının mirası hatıraları taşıyan toprakla biçimlenir, köklerini atalarının yaptıklarıyla ve yaşadıklarıyla biçimlenen topraktan alır. Sürgün, köklerinden koparılmış, benliğinin bir parçası çalınmış bir bireydir. Dağcı yalnız bu yarımlığın trajedisini anlatmakla kalmaz, toprak sadece üzerinde yaşanan bir kara parçası değildir, demek ister; ataları o toprağı yurt yaptığı için, orada üzülüp sevindiği, ekip biçtiği, doğup öldüğü için o toprak onlarındır, demek ister. Ne tür demografik oynamalara maruz kalırsa kalsın, benlik ve hafıza o toprağın asıl sahiplerini belirler, demek ister. Dağcı’nın romanları ve anıları, hikâyesi tarihin çalkantılı akışında unutulmaya oldukça müsait olan Kırım halkının o akışta yok olmaktan kurtarılmış anıları gibidir.
Bu romanlarda sürgün yalnız kaybedilen yurda özlem olarak dışavurulmaz. Bir travmaya uğrayan ve artık bir ülkesi olmayan Kırım Tatarları için bu felaket, onları ruhen bir arada tutan bir “ortak anı”dır. Dağcı’nın romanlarında sürgüne geniş yer vermesi, bir bakıma Kırım Tatar kimliğinin dört bir yana dağılmış fertlerini ruhen bir arada tutan bu ortak anının canlı tutulmasına da hizmet eder.
Dağcı yaşadığı ve tanık olduğu onca acı, adaletsizlik, baskı ve sürgüne rağmen Rus düşmanı bir tutuma sahip değildir. İnsancıl bir milliyetçilik anlayışı geliştirmiştir ve eserlerinde de bu dengeyi gözetir. Bir birey ve yazar olarak amacı, halkının yaşadığı kırımları ve sürgünleri, vatanlarından edilişlerinin hikâyesini başta halkının gelecek kuşakları olmak üzere bütün dünyaya anlatmaktır. Romanlarındaki karakterler kurmaca olmakla birlikte gerçek yaşamöyküsünden doğarlar. Halûk, Sadık Turan, İzmail Tavlı gibi roman kişileriyle kendi deneyim ve gözlemlerini aktarır.
Romanların özyaşamöyküsüne dayanması ve yazarın içten üslûbu onun mesajını okuyucuya başarılı bir şekilde iletmesini sağlar. Yazar böylece bugün kitlesel geri dönüşlere rağmen kendi yurdunda azınlık olan ya da dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan Kırım Tatarlarının öyküsünü tarihe not düşmüş olur.
Kaynakça

Dağcı, C. (1989). Yurdunu Kaybeden Adam. İstanbul, Ötüken. Dağcı, C. (2012). O Topraklar Bizimdi. İstanbul, Ötüken. Dağcı, C. (2016). Korkunç Yıllar. İstanbul, Ötüken
Dağcı, C. (2015). Badem Dalına Asılı Bebekler. İstanbul, Ötüken Dağcı, C. (2016). Anneme Mektuplar. İstanbul, Ötüken.
Çonoğlu, S. (2012). “Cengız Dağcı’nın Romanlarında Ata Mirasi Toprağa Bağlılık”.
Karadeniz, Yıl 4, Sayı 13.
Kocakaplan, İ. (2010). Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz Dağcı, İstanbul, Türk Edebiyatı
Vakfı Yay.
Smith, A. D. (1994). Milli Kimlik. Çeviri: Bahadır Sina Şener. İletişim
Yayınları.
Şahın, İ. (1996). Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay. Tanatar, B. (2017). “Kırım Tatar Sürgünü - 18 Mayıs 1944”
http://www.vatankirim.net/yazi.asp?YaziNo=215 Erişim Tarihi: 20
Ekim 2017
Ülküsal M. (1980). Kırım Türk Tatarları, İstanbul, Baha Matbaacılık.





222
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Cevapla

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 9 misafir